31 Aralık 2009 Perşembe

Yeni Yılda Ne Yapıyorsun Sorunsalı

1 haftadır etrafımdaki insanların çok büyük bir sorunu var. "Yılbaşında ne yapıyorsun?" Şöyle seçeneklerim vardı:
1)Arkadaşlarla rock bara gitmek
2)Arkadaşlarla halk müziği çalan alkollü bir cafeye gitmek.
3)Arkadaşlarla alkolsüz bir cafeye gidip eğlenmek.
4)Evde oturup tek başıma alkol alıp, hayat çok berbat triplerine girmek.
3) Evde oturup herhangi bir gün gibi davranmak.

Uzun bir süre malum soruya evde oturacağım cevabını veriyor ve "Oğlum, yılbaşında evde oturulur mu?" sitemlerine göğüs geriyordum. Fakat an itibariyle üstümdeki baskıyı kaldıramıyorum. Normal şartlarda 50 kişinin online olduğu msn listemde 8 kişiyiz. Dayanamıyorum ve dışarı çıkmaya karar verdim. Küçük bir ihtimal de olsa belki eğlenirim. Hem beklenti ne kadar az olursa eğlence o kadar çok olur demişler. Demedilerse de ben dedim.

Günün anlam ve önemini anlatan South Park bölümünü sizlerle paylaşıp, elvada diyorum. South Park'ın en sevdiğim bölümlerinden biri.


Mr. Hankey, The Christmas Poo

27 Aralık 2009 Pazar

TheSirensSound

Başlığını verdiğimiz site, müzikte yeni tatlar arayanlar için -özellikle Post rock severler- mükemmel bir site. Hepinize öneriyorum. Buradan Yakın
Ayrıca fark ettiğiniz üzere şablon da değişti.

26 Aralık 2009 Cumartesi

Castel

İlk bitirdiğimiz "Castel Cabernet-Syrah, Kırmızı Yarı Tatlı Şarap" oldu. Yüzde 60 Sauvignon yüzde 40 Syrah üzümlerinin fermantasyonu ve Fransa'da üretilen bir şarap. Nacizane fikirlerimi gelirsek kokusu çok kötü, tadı kötü, içimi zor bir şarap ile karşı karşıya kaldık. Bir kere daha almayacağımı belirtiyor ve üstünü çiziyorum.

Fiyat:21 Lira(Yanlış hatırlamıyorsam)
Üretim: 2005
Alkol Oranı: 12.5
Koku: 2 / 5
Tat: 2 / 5
Fiyat/Performans: 3 /5
Genel: 2 / 5

25 Aralık 2009 Cuma

Kısa Kısa "Gus Van Sant"

Gus Van Sant'ın filmografisini(kısa filmler hariç) izlememin ardından 1-2 ay geçtikten sonra bu yazıyı sizlerle paylaşayım. Bu abimiz bağımsız yönetmen diye geçiyor. Ayrıca müzisyenlik falan da yapmış. Kaç yılında doğmuş, ne iş yapmış, hayatı nedir, hangi ödülleri almış diye merak edenler için link verip (http://en.wikipedia.org/wiki/Gus_Van_Sant) biz öznel düşüncelerimize geri dönelim.

İlk dönem filmleri ve son dönem filmleri arasında oldukça fark var. Abimiz film çektikçe olgunlaşmış, çok daha iyi işlere imza atmış. Özellikle "Ölüm Üçlemesi"'nde kullandığı kamera açıları ve geçişleri mükemmel. Bu 3 filmin her birinde film çekecek olsam ve bütçem kısıtlı olsa bu şekilde çekerdim dedim.
Bana kalırsa yönetmenin en büyük özelliği, konusunu duyduğunuzda "Ee bundan film çıkmaz ki" diyeceğiniz tüm senaryoları muhteşem bir film haline getirebilme yeteneğine sahip. Tabii zaman zaman para kazanma odaklı kitleye hitap eden filmleri olmasına rağmen bu filmleri bile yine de belli bir seviyenin üstünde. Şimdi filmlerini ve düşüncelerimizi sıralayalım.

1-) Mala Noche: Türkçe alt yazısını bulamadığım için izleyemediğim yönetmenin ilk uzun metrajlı filmi.

2-)Drugstore Cowboy: Bir tane adam var arkadaşları falan eczanelere girip uyuşturucu çalıyorlar sonra bıdı bıdı bık bık. Anlatım tarzı güzeldi. İzlerken sıkılmayacağınız, drama olmasına rağmen zaman zaman sizi güldürebilecek bir film. 7 / 10

3-)My Own Private Idaho: Keanu Reeves'in parladığı film olarak söyleyebiliriz. Gay yönetmenimizin izlediğim ilk gay odaklı filmi. Burjuvaziye getirdiği eleştiri güzel olmasına rağmen gaylikle ilgili verdiği mesajı beğenmemiştim. 6 / 10

4-)Even Cowgirls Get the Blues: Üstünde durmaya bile değmez. Bundan önce yaptığı iki film bir seviye üstünde olmasına rağmen nasıl böyle bir film çekti hala anlayabilmiş değilim. Feminizm odaklı saçma sapan bir film. En kötü filmi 2 / 10

5-)To Die For: Bir önceki filminden iyi bir ders almış olsa gerek ki güzel bir suç filmi ortaya çıkarmış. Nicole Kidman en iyi oyunculuklarından birini sergilemiş. 7 / 10

6-)Good Will Hunting: Parası bitmiş olsa gerek ki üç adet kitle filmi(bu ilki) çekecek olan Gus Van Sant'in en ünlü filmi. Ben Affleck'in oynadığı bir filmin olabileceği maksimum güzellikte. Senaryosu çok tırt olmasına rağmen ki buna benzer bir senaryo ile daha karşımıza çıkacak yine de kendini izletiyor ve sevdiriyor. 7 / 10

7-) Psycho: Kötü bir re-make. Neden böyle bir işe girişti, neden yaptı bilmiyorum. Bana hala bu filmi başka biri çekmiş de Gus Van Sant sadece ismini yazdırmış gibi geliyor. 3 / 10

8-)Finding Forrester: Good Will Hunting'e benzeyen senaryosuyla bu dönemdeki kitle filmlerinin sonuncusu. Good Will Hunting'den daha fazla sevmiştim. Beklenmedik bir çok sahne var. Başarı öyküsü olmasına rağmen olabildiğince klişelerden kaçınılmış. Tabii belirttiğim gibi başarı öyküsü olduğundan dolayı bir yere kadar kaçabilmiş. 8 / 10

9-)Gerry: Ölüm üçlemesinin en kötü filmi olmasına rağmen yine de oldukça başarılı. Bir yönetmen ancak bu kadar seyirciyi bir filme çekebilir. 7 / 10

10-)Elephant: Son on yılda çekilmiş en iyi filmlerden biri. Mükemmel. 9 / 10

11-)Last Days: Kurt Cobain'in hayatını film yapmışlar haydi gidip izleyelim diyen gençler sayesinde imdb notu bu kadar düşük olan(5.7) Last Days'i izledikten sonra bir süre insan kendine gelemiyor. 8 / 10

12-)Paris, je t'aime (bölüm "Le Marais"): Gay arkadaşımızın olduğu bölüm. İzleyenler hatırlayacaktır.

13-)Paranoid Park: Muhteşem sekanslarıyla böylesine basit bir hikayeyi sinemaya ustaca yorumlaması sonucunda kendisine hayran olmamak elde değil. Myspace profilleri gezilerek oyuncuların bulunduğunu da ekleyelim. 8 / 10

14-)Milk: En ünlü gay yönetmenlerden biri olunca, gay aktivistin hayatını filme almakta kendisine düşmüş. Kitle filmi olmasına rağmen göze hoş gelen, gayet iyi bir film çekmiş. Tabii Sean Penn'in aşmış oyunculuğunu da ekleyip, izlediğim en iyi biyografi filmlerinden biri olduğunu da söyleyeyim. 7 / 10

Tüm bunlar sonucunda en sevdiğimiz 5 Gus Van Sant filmini sıralayacak olursak;

1-)Elephant
2-)Paranoid Park
3-)Last Days
4-)Finding Forrester
5-)Gerry

Bir de çok fazla sahne geçişi hatası yapan Gus Van Sant'in bu basit hatalardan kurtulmasını diliyoruz. Özellikle ölüm üçlemesinin son iki filminde aynı bölümün iki kez gösterildiği sahnelerde(bunun tabiri vardır da bilmiyorum) çok fazla hata yapmış. Benim gibi basit bir sinema izleyicisi bunları fark edebiliyorsa aklımıza bilerek bu hataları yapmış olabildiği de gelmiyor değil.

Son olarak da Gus Van Sant'in yönetmenliğini yaptığı Red Hot Chili Peppers - "Under The Bridge" ve Hanson - "Weird" parçalarının kliplerini koyalım.



21 Aralık 2009 Pazartesi

Kutudan Çıkan Son Parçanın Bozuk Olması



Ulan küçüklükten beri müzdaribim şu elektronik eşyalardan. Sürekli para biriktirip telefondur, ataridir, ekran kartıdır bir şeyler alırım. Maaşımın da büyük bir çoğunluğu elektronik eşyaya gidecek diye düşünüyorum.

Şimdi şöyle bir sorunum var. Kendimi bildim bileli aldığım elektronik eşyanın son parçası bozuk çıkıyor arkadaşım. Bu ne şanslıktır? 10-15 yaşlarındayım, atarimiz bozulmuş ve yeni atari almışız. Hiç bir sorun yok ama son çıkardığımız ikinci kol bozuk çıkıyor. Biraz büyüyorum. Artık bilgisayarımız falan var. Bu sefer de ekran kartı alıyoruz cd'sini bilgisayarım okumuyor. Yok canıma tak etti. Telefon alırım şarj aleti bozuk çıkar. Cep bilgisayarı alırım data kablosu bozuk çıkar. Hard disk alırım tüm müzik arşivini düzenledikten 3 gün sonra bozulur. Yeter lan bu ne çile?

Şimdi son yaşadığım elektronik eşya faciasına gelelim. Yaz başından beri Altec Lansing Fx4021 hayali kuruyorum. En sonunda gözümü karartıp babanın kredi kartıyla traş makinesi alıyorum bahanesiyle sipariş ettik. İşlerin ters gideceği Cuma günü kargolanma yapılmasıyla kendini belli etti. Her neyse dedik sineye çektik. Pazartesi geldi. İkinci terslik olarak dingil kargocular ev adresi eksik diyerek kargoyu getirmediler. Gittim kargoyu aldım. Hala sakinim, aylardır hayalini kurduk sonuçta. Eve geliyorum, ürünü açıyorum. Sanki hatunum da Nine West'den ayakkabı çanta almışcasına seviniyorum. Okşuyorum, seviyorum subwoofer'i. Amfinin üstüne koyuyorum, her şeyi yerleştiriyorum. Veee

Olaylar gelişiyor. Bir kullanım kılavuzunu okuyalım diyoruz. Subwoofer'i 60 cm elektronik eşyalardan uzak tutacakmışız. Sanki 120 m2 oda var. Odanın her tarafı elektronik eşya. Yatağın üstüne çıkıyorum. Kuş bakışı bakıyorum. Yok bir türlü olmuyor. 60 cm kuralını tutturamıyoruz. 45-60 dakikalık beyin jimnastiğindne sonra nasıl yerleştireceğimi buluyorum. Uydu hoparlörleri duvara çakmak için çiviyi alıyorum. Bu sefer de kafamızla eşkenar üçgen olsun diye elimizde mezure şebeğe dönüyoruz. Her neyse her şeyi yerleştiriyoruz. Oturdum müziği açtım ve ne oldu? Kutudan en son çıkarttığım ürün olan kumanda çalışmıyor. Yapılır mı ulan bu bana? Nedir benim bu kutudan son çıkan ürün şanssızlığım?

Umarım hallederiz. Kumandanın çalışmaması dışında ürünü herkese öneririm. Zaten review sitelerinde ki notları da oldukça yüksek. Şu anlık hastasıyım bir de kumandası çalışırsa tam olacak. Fiyatı da 165 liradan başlıyor. Ben E-Reyon'dan 173 liraya aldım. Siparişten iki gün sonra kargoladılar.

http://techgage.com/article/altec_lansing_fx4021/3
http://www.reviewcentre.com/reviews185604.html
http://forum.pclabs.com.tr/index.php?showtopic=92349

19 Aralık 2009 Cumartesi

Marty Friedman - Scenes

Forum sitelerinde dönen "Bir grup kursanız gitaristi kim olsun isterseniz?" sorusuna oldum olası cevabım Marty Friedman'dır.

Şu an bahstemekte olduğum albüm ise bana kalırsa en farklı işi -son dönem hariç- olmasına rağmen en iyilerinden biri. Megadeth ile thrash metal icra ederken progressive rock desek yalan olmayacak New Age sınırlarında dolaşan bu albümü nasıl yapmış anlayabilmiş değilim. Albümümüz 8 parçadan oluşuyor. Kitaro'nun prodüksiyonun da yer aldığı albüm, ders çalışma ve yolculuk müziklerinin değişilmezi.

Fikir sahibi olmak için albümden bir parçayı aşağıya koydum. İlk dinlediğim zamanlardaki tadı vermemesine rağmen hâla dinlemediyseniz öneriyorum.



.

Spor Çeşitleri

Ben şunu fark ettim. Diyelim ki yenilen taraftasınız ve maç bitti. Girin ekşi sözlüğe iki üç entry okuyun. Ardından hakeme sövün. Kimse fark etmiyor.

Mesela Beşiktaş - Bursaspor maçı oldu. Beşiktaş 2-1 öne geçti. Ben entry dahi okumadan msn'de direkt hakeme sövüyorum. Bir kişi de sormadı. Maçı izliyor musun diye. Türkiye liginde en son izlediğim 90 dakika maç 2 yıl önceydi. Hala pişmanım. Şimdi genel spor yaklaşımımı yazayım.

Futbol - Oyna ve kaliteli maçları izle. Taraftarıyım diye gidip Fener'in maçlarını izleme. Taraftarı olduğunuz takımın sadece maç sonuçlarına ve transferlerine bakın. Yenildiğinde üzülmeyin ama yendiğinde sevinin. Sonra da futbol böyle güzel bir şey. Sırf benle alakasız 11 adam başka bir 11 adamı yendi diye mutlu oluyorum lan deyip geçin. Çok fazla kafaya takmayın.
Basketbol - Oynamasan da olur ama izle. Tabii geçen sene ki Magic - Lakers finalini izleme. Sinirlenirsin gerek yok.
Voleybol - Kesinlikle oynama ve izleme. Hele ki erkekler oynadığında zevk seyri golf ile yarışır. Biri kaldırıyor diğeri hayvan gibi vuruyor. Yine bayanların ki bir nebze daha iyi.
Tenis - Oyna ve izle. Bunu izlemesi çok zevkli. Zaten bizim neslimiz Trt 3'te hentbol, artistik patinaj ve tenis izleyerek büyüdü. Mesela o Federer falan bazen öyle vuruşlar yapıyor ki eğer o küçücük topu seçebilirseniz -seçemezseniz üzülmeyin tekrarını gösteriyorlar- cidden şaşırıp kendiniz vurmuşcasına mutlu oluyorsunuz.
Golf - Oynayamazsın zaten. Bahis oynamadığın sürece izlemenin de bir anlamı yok diye düşünmekteyim.
Hentbol - Oynama fırsatın varsa kaçırma ve izle.
Buz Hokeyi - Oynama ama izle
Atletizm - Bunu izlemesi zevkli olabiliyor. Zira kendimi atari oyununda gibi hissediyorum. Birileri çekiç atıyor, birileri zıplıyor, kimisi koşuyor, kimisi atlıyor. Tabii sadece çekiç atma izlerseniz pek bir anlamı yok. Adam dönüyor dönüyor fırlatıyor. Nerede bunun heyecanı.
Formula 1 İzlemesini oldum olası sevmem. Hadi yarışı izlemek tamam da bazı arkadaşlarımız sıralama turlarını falan da izliyor ya şaşıyorum onlara.
MotoGp Bunun yarışını izlemek çok zevkli. Formula'ya her türlü çakar. Her an biri kaza yapabiliyor ya da son tura kadar 1. ile 2. arasındaki mücadele sürebiliyor.

Peki oynama zevklerine gelelim. Şimdi bazı kendini bilmezler futbol dediğin nedir? Iyy iğrenç bir spor tenis oynasana falan dediklerinden dolayı az çok yapmış olduğum sporların zevk skalasını çıkaracağım.

Futbol - İyi bir takımınız varsa çok zevkli. Bir kere kale büyük, top küçük gol atmak kolay.
Basketbol - Top büyük delik küçük. Zor spor. Çok çalışırsanız kendinizi geliştirebilirsiniz ama hiç bir zaman çok iyi basket oynayayım diye düşünmedim.
Voleybol - Çok kötü, çok gereksiz. Bir kere bildiğin bu spordaki 6 kişiden 2'si beklesör modunda. Kendilerine top gelsin diye bekliyorlar. Hele ki arkadaşlar arasında maç yapıyorsanız ve voleybolu iyi bilmiyorsanız o arkada yer alanlar niye öylece beklerler hiç anlamam.
Tenis - Ders almadan oynayamazsın bunu. Ders alsan da oynayamayabilirsin. Kolun ağrır, bacağın ağrır. Küçücük topu kovalamanın pek bir manası yok.

Sonuç olarak yapması en zevkli spor futbol
izlemesi en zevkli spor tenisdir.

Tabii izleyebileceğimiz tenis maçlarının aşağı yukarı hepsi zevkli oluyor. Futbol bu konuda biraz şanssız. Yoksa geçen sene ki Chelsea Liverpool maçı olsun ya da Liverpool Arsenal maçı olsun bir çok tenis maçına koyar. (Ayrıca şu yaşıma geldim hala Çelsi ile Niçe'yi copy/paste yapıyorum)

Ayrıca ne olacak bu Liverpool'un hali aziz kardeşlerim?

The Fountain


Ah bir Brad Pitt oynayaydı şu filmde diyerek başlıyorum. Requiem For a Dream var ya. Evet evet biliyorsunuz değil mi? Zaten bilmeyen kalmadı. Bu filmin çekildiği yıl 2000. Türkiye'de popülerşemeye başladığı yıl ise aşağı yukarı 2004 falan. Yönetmen film yayınlanmadan önce bana kopyasını yolladı ve düşüncelerimi aldığından değil.(Zaten ben de 2005 yılında izledim.) Aronofsky'nin aşırı popürleşmesine karşı olan ilgimi belirtmek istediğimden yazdım. Popüleşmeye karşı değilim. Güzel olan x'lerin popülerleşmesini her zaman desteklemişimdir.

Şöyle insanları anlamam ki sanatın her dalında vardır. Aronofsky, Pi'yi çeker, Requiem For A Dream'i çeker. Sonuçta bu insanların en sevdiği yönetmenlerden biri olmuştur. Sonra Maskeli Beşler'i seven bir adam "Yaa Requiem For A Dream diye bir film var. Çok güzel" dediği zaman bir anda yönetmenden nefret etmeye başlarlar. Oysa ki yönetmenimiz The Fountain gibi mükemmel bir film daha çekecektir. Anathema Kral Tv'de çıksın yine dinleyeceğimdir.

Neyse ulan yine çok uzatıyorum. The Fountain normalde 70 milyon dolar bütçeyle ve baş rollerinde Brad Pitt ve Cate Blanchett'in oynayacağı bir filmmiş ama olaylar gelişmiş ve 35 milyon dolar bütçe ve Hugh Jackman ile Rachel Weisz ile çekilmiş. Senaryo mükemmel, kurgu mükemmel, müzikler çok mükemmel dolayısıyla film de mükemmel. Son zamanlarda en fazla etkilendiğim filmlerden biri oldu. Darren Aronofsky gibi hakikaten sevip saydığım bir yönetmenin bu filmden sonra "The Wrestler" gibi ortalama bir film çekmesini ise yadırgıyorum.

Yüksek bütçeniz ve imkanlarınız çok fazlaysa film dediğin böyle olmalı. Ayrıca keşke imkanımız olsaydı da sinemada izleyebilseydik.

Son olarak filmin Soundtrack'i kesinlikle kaçırılmamalı. Alta da filmin trailer'i ile soundtrack de yer alan iki güzel parça koydum.




The Fountain ( Death is the Road to Awe ) - For more amazing video clips, click here


Clint Mansell - First Snow - The best bloopers are here

16 Aralık 2009 Çarşamba

Le fate ignoranti

Ferzan Özpetek'in 3. filmi. Şimdi bizim internet yoluyla entelektüelleşmiş gencimizin büyük çoğunluğu Avrupa sinemasında adını duyurmuş her yönetmenimizi sever, sayar hatta hiç bir filmini izlemeden öpüp başının üstüne koyar. Ferzan Özpetek de bu yönetmenlerden birisi.

3. filmi "Le Fate ignoranti"'nin ilgi çekici konusu dışında hiç bir özelliği yok. Son zamanlarda izlediğim en kötü kamera geçişlerine sahip olmasının yanı sıra senaryoya alışmamızla beraber sıkıcı bir film haline dönüşüyor. Kamera geçişlerinden öte kamera kullanımları da çok kötü. Bu işin teoriğine dair hiç bir şey görmedim ama her kamera geçişinde "Hacı naptın? dedim. Hele ki filmin sonunda verdiği o duygusal olmaya çalışan iğrenç mesaj var ya kesinlikle olmamış.

Filmin ortalarında bir şey anlatıp da sonunda o sahneyi refere eden ve bak aslında böyle gözüküyor ama ileride onlar mutlu olacak diyen filmleri oldum olası sevmemişimdir, yine sevmedim. Şimdiye kadar hiçbirinin de doğru düzgün olduğunu görmedim tıpkı Le fate ignoranti gibi.

Koray Candemir de yakışıklı genç rolünde oynuyor ki bu adam piyasaya çıktığından beri insanlar kendisinin neresini yakışıklı buluyor anlayabilmiş değilim.

13 Aralık 2009 Pazar

Sevgilinin Arkasından Bakmak

Nazar değmesin; çok mükemmel bir sevgilim var. Uzak olmamız en büyük problemimiz. Geyik bir ilişki olsa koymaz ama böyle bir durumda insan sürekli görmek istiyor. Long-distance relationship olayı hakikaten boktan bir durum ama halimden memnunum. Aşık olduğun kişinin seni sevdiğini bilmek güzel duygu.

Şimdi bu yazı duygusal olacaktı sözde ama geyiğe bağladık devam edelim. Sevgili kişisi arada bana sürpriz yaparak buralara geliyor. Onun burada olduğunu bilmek kadar güzel bir duygu yok. Senin için geldiğini biliyorsun egon şişiyor da şişiyor. Burada olduğunu anladığında nasıl diyeyim öyle bir heyecan sarıyor ki bünyeyi; anlatamıyorum Kamil demeyeceğim ama hakikaten "sonu iyi olacağını bildiğin bir heyecan" gibi abuk bir açıklamadan ötesini yapamıyorum.

Tabii bir de gidişler var ki acayip koyuyor insana. Buluşuyorsunuz, karşınızda oturuyor. Tam kafasının üstündeyse ilerleyen bir saat. Gözlerine bakarken bir anda kayıyor gözleriniz vakit git gide yaklaşıyor. Ulan diyorum her seferinde yok mu zamanı durdurabilecek bir şey. Sonra o kendi saatine bakıyor. Gitmesi gerek biliyorsunuz ve yapabileceğiniz tek şey sövmek. Sövüyorsunuz ulan gitmesin bir şey olsun diyeceksiniz ama "Breaking The Waves" izlemişsiniz öyle de diyemiyorsunuz. Sürekli sarılıyorsunuz. Bırakmak istemiyorsunuz ama gidiyor sonuçta.

Arkasından baka kalıyorsunuz. Koşmak istiyorsunuz arkasından ama öylece saplanıp kalıyorsunuz. Gözleriniz doluyor ama akmıyor. İşte o zaman anlıyorsunuz ki gittiği anda zaman duruyor.

Die Fälscher


2. Dünya Savaşı'yla ilgili her filme ön yargıyla yaklaşıyorum. Kalpazanlar'a da öyle yaklaştım. Gerçek olaylardan uyarlandığından ötürü genel kültür seviyenizi yükseltip 2. Dünya Savaşı'yla ilgili hanenize yeni bilgi eklemesinin dışında pek bir özelliği yok diyebilirim.

Tabii çok beğenen çok kişi var. Zaten biraz ajitasyonla tüm Dünya'yı fethedebiliyorsunuz. Mesela şöyle bir film yapsınlar bir SS subayı yahudi bir kıza aşık olsun. Sonra emir alıp onu ve ailesini öldürmek zorunda kalsın. Hop tüm Dünya tav olsun. Sonuna da siyah ekranın üstüne beyaz yazıyla yıl 1952 acılı Werther intihar etti yazın. Gerçek midir değil midir kimse sorgulamayacaktır.

İzlemenizi önerebileceğim ama 10 üzerinden en fazla 6 verebileceğim bir film. En iyi yabancı film Oscar'ı aldığını da ekleyelim.

Karl Markovics ise cidden iyi bir oyunculuk sergilemiş diyeceğim fakat oynadığı zaten başrol olduğundan, hafif tipsizlikle kim oynasa beğenirdim gibi geliyor.(Senaryo iyi demeye çalıştım. Neden bu kadar uzattım bilmiyorum.) Mesela Al Pacino yakışıklı olsaydı kesinlikle bu kadar ünlü olmazdı eminim. Yine de yiğidi öldürüyor Karl abimize hakkını veriyoruz.

Next


İzleyiciyle dalga geçen sonuyla kötü bir film. Zaten Nicholas Cage'in son zamanlarda oynadığı iyi film hatırlamıyorum. Son 2 yıldır çektiği iyi film yok diyecektim ama kontrol ettim son 100 yıldır çektiği iyi film yok diyebilirim gönül rahatlığıyla. Nedense bu adam Türkiye'de gençler tarafından çok sevilir. Oysa ki kendisinin oynadığı iyi film sayısı bana kalırsa 3-5 tane.

Bir de ben bu filmi 2 kere izledim. Neden? Ev ahalisi şöyle bir film olsun vurdulu kırdılı dediler. Tabii ev halkı izleyince sevişme sahnesini de azaltmak gerekiyor. Aklıma bir tek bu geldi. Bir kere daha izledim bir kere daha sövdüm. Ev halkı şöyle dedi: "Sonu olmamış". Ben ne diyorum "Baştan sona olmamış". Her yazı da olduğu gibi yine zarfımı getireyim ve "Yine de action severler izleyebilir" diyecektim ama diyemedim, yapamadım. İzlemeyin gerek yok diyor ve geçiştiriyorum.

Sinema dergilerindeki taktiği uygulayarak türün meraklılarına diyerek bitirdim. Zaten bir film türün meraklılarına ise kötüdür.

Identity


Afişi film hakkında en fazla bilgi veren film diyebiliriz. Klasik Hollywood kamera teknikleri kullanılmasa daha güzel olabilirmiş. Fakat her şeye rağmen izlenesi bir "thriller".

Filmin konusunu arayan herkes bulabilir ama bana kalırsa hiç okumadan izleyin. Zira filmin konusunu öğrendiğinizde sonunu ve olanları film başladığında anlayacaksınız. Bu da filmin seyir zevkini azaltıyor. Hatta bana kalırsa afişe bile bakmayın. Direkt filmi izleyin. (Bakmış oldunuz artık ama sağlık olsun)

8 Aralık 2009 Salı

Gülün Adı

Aslında başlık, "Il nome della rosa ve Der Name der Rose" olmalıydı zira sanat eserlerinin orjinal isimleriyle anılmasından yanayım. (Ufak bir takıntı)



İlk olarak kitap hakkında bir iki cümle söyleyelim. Hayatım boyunca bitirmekte en çok zorluk çektiğim kitap olarak liste başında. Kitabı okuduğum sırada yanlış hatırlamıyorsam 4 tane daha kitap bitirdim.

Peki bu kitabı okumaya çalışmamın hikayesi nedir? Yıllardan 2004 bir Edebiyat hocamız var. Kendisine sınıftaki kızların hepsi aşık erkekler de ibne mi olsam diye düşünüyor. Bir cümle kuruyor, biz yeni yetme ergenler direkt olarak vay be oluyoruz. Her neyse bu hoca sürekli gelip gelip "Gülün Adı" okuyun. "Gülün Adı"'nı okumazsanız adam değilsiniz gibisinden cümleler kuruyor. Ben de en sonunda okumaya karar verdim.(sene 2009)

Kitap sıkıcı. Okuyup da bitirebildiğim en sıkıcı kitap. Ama tüm bu bilgiler doğrultusunda kitaba kötü diyemiyorum. Gerçekten tarihsel roman olarak Umberto abimiz yıllarca uğraşmış; ben bile -kitabı çok uzun sürede bitirdim ve çok da hoşlanmadım diyebilirim- Orta Çağ Hristiyan dünyası hakkında az çok bilgi edinebildim. Kitabı gerçekten sevmek ve sindirebilmek içinse bana göre Orta Çağa ilgi duymak, Latince ya da en azından İtalyanca'dan hoşlanmak gerekiyor. Gülün Adı, yanınızda not defteriyle okuduğunuzda size çok daha yararlı olacak bir kitap. Tabii bunun için araştırma isteği ve döneme ilgi duymak gerekiyor.

Kitap bizim gibi basit okuyucuları tutabilmek için polisiye olayına atılmış. Her ne kadar Umberto Eco "kitabın ilk yüz sayfası kefaret" falan dese de bana kalırsa kitabın tamamı kefaret. Ortalara doğru hakikaten sararmış gibi oluyor ama onun da etkisi çok kısa sürüyor. Zira 7. güne(kitabın son bölümü) geldiğimde başka bir kitaba başladım. Polisiye olarak öyle abartılacak bir kitap değil zaten polisiye okuyacağım diye Gülün Adı'nı elinize alıyorsanız hemen bırakın derim.

Yine de kitaplardan anlamadığımı ve iyi bir okuyucu olmadığımı ekleyeyim.



Şimdi filme geçelim. Geçmesek olur mu? Bence olur ya hadi neyse... 86'da yapmışlar filmi yani kitabın yazılışından 6 sene sonra, kitabın Türkçe'ye çevrilmesiyle aynı yılda. Bu gereksiz sayıları niye verdiğimi ben de hiç bilmiyorum. Olur da Dünya'nın en güzel kızı Gülün Adı kaç yılında Türkçe'ye çevrildi diye sorarsa "Filmin çekildiği yıl. Yani 86" diye cevaplayıp kızı etkileyin diye yapmış olabilirim.(Melek gibi adamım)

Vidar 2: Film kitaptan kötü mü Vidar 1 bey?
Vidar 1: Kesinlikle hayır
Vidar 2: Peki film iyi mi Vidar 1 bey
Vidar 1: Kesinlikle hayır

Vay be! Anlatmak istediklerimi nasıl da yaratıcı bir şekilde yazıya döküyorum görüyor musunuz? Böyle Vidar 1 beyler falan. Geyik bir yana kitabın güzel bir özeti olmuş film. Başarısız bir kitap uyarlaması kesinlikle diyemem ama şimdi 4500 sayfa kitabı okuduktan sonra kitabı okumanıza gerek yok filmi izleyin yeter de diyemeyeceğim. Zira kitabın size kattıkları ve araştırmaya yönelttiği her bilgi filmde maalesef yok diyeceğim ama "maalesef" demiyorum. Zira vardı da noldu, ben hiç sallamadım.

Son olarak da Christian Slater adlı abimizin berbat ötesi oyunculuğuna rağmen bu filmden sonra bir çok dizi ve filmde daha oynamasını, üzüntüyle karşıladığımı belirteyim.



Şu üstteki fragmanı bulana kadar da canım çıktı. Ayrıca kontrol etmediğimden ötürü zaten her yazıda yüzlerce olan imla hatalarım bu yazıda milyonlarca olabilir. Anlamadığınız yer varsa parmak kaldırıp sorun. Teknoloji gelişti ya nerde o eski parmaklar azizim deyip bitiriyorum. Çok uzadı zaten yazı.

1 Aralık 2009 Salı

Gemlik, Internetsizlik, Tatil

Internetsiz kalmak, pek bir kotu bir durum. Telefondan internete girip suraya iki sstir girmeye calismak daha da kotu.. Cunku o kadar sikildim ki goz kalemini andiran bir cisimle harflere tiklayip yazi yazmaya cabaliyorum. Dusunun siz halimi..

Guzel bir iki filmin disinda, kitap, dergi ve Psp ile vakit gecirdim. Internetimiz olunca hepsi hakkinda iki uc satir bir seyler yazarim.

Son olarak eger okumadiysaniz; Psikeart dergisini hepinize oneriyorum ki her sayfasi her satiri okunabilen tavsiye edilebilecek bir dergi.. Gordugunuz uzere ben de tavsiye ettim. Populer Psikiyatri adli kalitesiz dergiden de kurtulmus olduk.

20 Kasım 2009 Cuma

Green Street Hooligans 2


İlk filmi yakın zamanda izledim ve aramalar sonucunda -imdb'ye yazıyorsun çıkıyor; büyük bir şey değil- ikincisini çektiklerini gördüm. Büyük bir şevkle, arkadaşla biralarımızı alıp filmin başına oturduk. Sonuç: bu ne lan? İlk filme büyük ihanet olmuş.

İlk filmde de oynayan pilot abimiz -Dave- iki arkadaşıyla beraber hapse düşmüş. Onların hapishane anılarını izliyoruz. Hikaye falan da yok aslında hapishanede dövüşüp duruyorlar, en sonunda da berbat bir Hollywood klişesiyle filmi bitiyor. Hangi akla hizmet hapishanede çekerseniz ki? Kavga sahneleri yine testesteron seviyelerinizi yükseltmiyor değil ama ilk filmin yanınına bile yaklaşmaz.

Adamın teki hapishane hikayesi yazmış, yayıncıya götürmüş. Yayıncı ise şöyle demiş: "Oğlum bizim bir film vardı; bayağı tutmuştu. Şimdi sen şöyle yapıyorsun: Sen bu hapishaneye düşenleri West Ham holiganı yap, düşmanlarını Milwall holiganı. O rus karakter orada kalsın. Filmin sonunda ki baseball maçını da soccer pardon football yaptın mı? Tamamdır."


Green Street Hooligans 2-Trailer - More amazing video clips are a click away

14 Kasım 2009 Cumartesi

Düşündüğün Şeylerin Daha Önce Yazıldığına Tanık Olmak

Diyelim ki kendinizce hayata bir yaklaşım, bir düşünce sistemi geliştiriyorsunuz ya da bir şey düşünüyorsunuz; ilk siz düşünmüşsünüz gibi geliyor ama öğreniyorsunuz ki öyle değil. Siz daha doğmadan önce düşünülmüş, yazılmış hatta kayıtlara bile geçilmiş. Yazık tabii. Benim düşündüğümü başkaları da düşünmüş diyerek sevinmek mi lazım yoksa ulan benden önce zaten düşünmüşler deyip üzülmek mi karar veremedim.

"Belki de insanları sevenlerin görevi, onları gerçeklere güldürmektir; gerçeği güldürmektir; çünkü biricik gerçek, gerçeğe duyulan çılgınca tutkudan kendimizi kurtarmayı öğrenmektir."

Özellikle "Belki de insanları sevenlerin görevi, onları gerçeklere güldürmektir." bölümünü bir aydır yakınlarıma söyler dururum. Fark ettim ki kitapta yazıyor. Hatta -öngörebildiğim kadarıyla- binlerce yıl önce Aristo düşünmüş. Yazayım dedim.

13 Kasım 2009 Cuma

The Taking Of Pelham 1 2 3


Pelham'a 1 2 bir de benimki diyoruz. Arkadaşlarla zaman geçirmek için izlenilebilecek zaman kaybı Hollywood filmi. Imdb notu 6.6/10, Roger Ebert 2.5/4 vermiş, ben de 4/10 verdim. 1974 çekimli The Taking Of Pelham'ı ise izlemediğimden ötürü yorum yapamıyorum ama daha iyi olduğu söyleniyor.

4 vermeme rağmen yine de zaman geçirmek için izlenebilir. Film izlemek değil de zaman öldürmek istiyorsanız öneririm. Konusu da aşırı klişe olarak adamın teki x'i(x=değişken ve bu filmde metro) kaçırıyor ve olaylar gelişiyor.

12 Kasım 2009 Perşembe

Syphon Filter : Dark Mirror


Psp'si olanlar ve action oyunlarından hoşlananların kaçırmaması gereken bir oyun. Oyunun ana karakteri Gabe Logan abimiz de Solid Snake kadar olmasa da belli bir karizması olan bir kişilik. Tam zamanında biten oyun boyunca hiç sıkılmıyorsunuz. Hikayesi klasik ajan oyunlarından farklı olmasa da Psp'de oynadığım en iyi oyunlardan biri diyebilirim.

Gabe Logan adlı kişilik şöyle cümleler kurabiliyor mesela:

"Geldiğimi biliyor olabilirler ama benim için hazır olmadıklarını bilmiyorlar"

Paronoid Park



Gus Van Sant'i sevdiğimi bir kez daha kanıtlayan film oldu. Senaryosu bu kadar zayıf bir filmi -romandan uyarlama- bile izlenilebilir hatta şahasere yakın bir film haline getirebiliyor. Çekimler ve oyunculuk yönetimin için ellerinden öpüyorum. Sen git myspace profili gezip oyuncu bul sonra da onları baş rol yapıp böyle iyi film çıkar. Filmdeki tek ünlü sayabileceğimiz Taylor Momsen ise filmde 14 yaşında olmasıyla yaşlandık ulan dedirtmiştir.

Roger Ebert 3.5/4 ben de 8/10 verdim. Gus Van Sant'in Good Will Hunting dışında hiç bir filmini izlemeyenler ve Hollywood seyircisi için uzak durulası; Gus Van Sant'in sinemasını sevenler için kesinlikle kaçırılmaması gereken bir film. Elephant ile benzerlikleri de yok değil.

Yalnız Gus abicim sen bu sahne geçişlerinde niye bu kadar hata yapıyorsun? Çocuğun elinde ilk defter var. Arkadan çekmeye başlıyorsun defter kaybolmuş. Yok cebine soktu diyeceğim ama hayvan kadar defter girmez ki...

11 Kasım 2009 Çarşamba

Çok komik şeyler oluyor

Her zaman gülünecek bir şey bulmamla övünmüşümdür. Fakat şimdi bu kendimi övme faslını geçip konuya geçeyim direkt. Bugünlerde aklıma takılan bazı durumları aşağıya sıralayacağım. Her biri hakkında 1-2 sayfa geyik yazı yazabilirdim ama üşeniyorum. Kendi geyiğinizi kendiniz yapın.

1-) Facebook'da biri ayrıldığında insanlar bunu niye beğeniyor? Yok yani ben ayrıldıktan sonra "Arzu Volkano like this" dese bana feysbuk. Arzu'ya özel mesajla ulaşır. Naber ya aylardır görüşmüyorduk yapardım. Ulan ayrılmışlar güzel bir şey değil beğenmemen lazım. Hadi beğendin, sevindin bari çaktırma.

2-) Bu da çok içler acısı bir durum. Çok kötü bir tablo çizeceğim şimdi sizlere. Karşıdan bir çift geliyor. Çocuğun bir elinde şemsiye var diğer elini de kızın omzuna atma çabası içine girmiş. Kız ise elini çocuğun beline bile atmamış iki eli de boşta. Yazık günah be. O şemsiyeyi öyle dakikalarca taşıdı çocuk. Ben buna şahit oldum.

3-) Halkımız cinsel espriyi kaldıramıyor. Oysa ki en komikleri cinsel oluyor. Şimdi şöyle bir diyalog geçiyor aramızda terbiyesiz oluyoruz.

+ Onun dediğini mi yapacaksın benim dediğimi Yavuz?
-1 Yauv tabii senin Ayşe.
+ Ehehehe
Muhsin: Benim de iki memem olsa benim dediğimi yapardı.

Şimdi bu komik bile değil hayatın gerçeği. Niye terbiyesiz oluyorum ki ben? Belki yemek yiyorduk ondan diyeceğiz ama bence asıl neden bu değil

4-) Sevgilinin gözüne şiir yazan romantik gençlerimiz. Şimdi bu arkadaşlarımız önce açıyor google'i Attila İlhan şiirler yazıyor. 2-3 tane okuyor. Sonra biraz Ataol Behramoğlu. Tabii Can Yücel olmazsa olmaz. En sonunda biraz Cezmi Ersöz'den sonra hop şair oluyorlar. Şimdi olun tabii. Siz yazdıkça ben gülüyorum siz de mutlu oluyorsunuz. Ben şair ruhlu biriyim diye ama yauv abicim bırakın kızın gözüne şiir yazmayı. Hangi erkek bir kızın gözüne bu kadar önem verir? Kaybolmayın artık şu okyanus mavisi, sisli, puslu gözlerde. Yazın şöyle bir şiir mesela

Sevgilim
Öyle güzel götün var ki
Bazen hep arkandan yürümek istiyorum
Sadece popona saatlerce kitlenip
Onun içinde kaybolabilirim
O kıvrım, o hafif kalkıklık
Ve o poponun altı
Bir güneş gibi parıldayan bacakların
Seni her gördüğümde keşke daha kısa bir etek giysen diyorum

Vallahi alkışlayacağım. Bir de sizin gibi deneyelim

Sevgilim (tamam mütabıkız bu konuda)
Öyle güzel gözlerin var ki (geç arkadaşım geç)
O okyanus mavisi gözlerinin içinde (kızın gözler yeşilse okyanus her an yeşil olabilir)
Ben bir alabalık oluyorum. (alabalığı okyanusa falan sokabiliriz. öyle de tuhafız)
Gözlerine saatlerce bakıp ellerini hiç bırakmadan tutabilirim. (Bir kere bakamazsın arkadaşım. Ellerini de o kadar çok tutarsan elin terler yapış yapış olur)
Ellerini hiç bir prensesinkine değişmem (burada biraz dürüst diyebiliriz. poponu adriana lima ile takas edebiliriz mesajı veriyor.)
Ve ben hiç bir zaman delere dikkat etmem (hadi canım)
Sana şiir yazdıkça
Ne önemi var imla kurallarının (kıza salak diyor. ama kız hala ayy ne romantik düşüncesinde)
Çünkü benim aşkım yıkar tüm kuralları. (böyle de iğrenç bir sonla bitirmezsek olmaz)

5-) İnsanlar twitter açıp "Yaa nefret ediyorum bu 160 karakter olayından" diyor ya hatta "Yaa nfret edioum bu160 krktr olayndn" diyor. İşte onlara söyleyin Twitter'in olayı o nefret ettiği 160 karakter.
Not: Adı Almula olduğu bildirilen bir şahıs Twitter'ın karakter sınırlamasının 140 olduğunu bildirdi. Zanlı hâla aranıyor.

Daha vardı da unuttum. Şarkımızı koyup bitirelim.

10 Kasım 2009 Salı

"Lucid Dream" Anılarım


Böyle bir şey var. Zamanım olursa dönem ödevi tandanslı bir yazı koyacağım. Şimdilik ilk anımızı yazalım ki kendisi ilk olarak kontrolü ele geçirdiğim ve hatırladığım Lucid Dreaming tecrübesi olarak tarih sayfalarına yazılmaktadır.

Nasıl yaptık?
-Sürekli rüyamı bu sefer kontrol etcem geyiğiyle yatın. Ben bir senedir yatıyorum daha yeni oldu. Yılmamak lazım.

Efendim. Bizim rüyamız şöyle oldu.

Şimdi bir arkadaşla kağıt oynamaya gideceğiz. Elazığ'dayız. Beni evden alıyor arkadaş ben de diyorum ki. Yauv nereye gidiyoruz? O da kağıt oynamaya. Sonra ben Leman Cafe'yi görüyorum. Lan burası Elazığ olamaz ne kağıdı? Neredeyiz biz? O da gayet yok ya Elazığ'a açıldı Leman Cafe diyor. Ben de yok yahu açılamaz Leman Cafe Elazığ'a diyorum.(giriş tabelasında da sadece ilaçlar yazıyordu ne alakaysa) İşte o anda ahanda rüyadayım diye bildiğin sevindim. Hatta hoplama zıplama oldu. Sonra etrafımdaki mekan değişti. Bu ara biraz korku da yaşamadım değil. Daha sonra oldukça geniş kalabalık bir yere geldim. Dur bir uçayım yaptım mal gibi. 5-6 adımlık mesafeyi çok ufak bir yükseklikte gittim sonra ayaklarım yeniden yere değdi. Sonraki deneyişimlerde başarısız oldum hep. Daha sonra uzakta bir güvenlik görevlisi gördüm. Şimdi yanına çok hızlı koşucam dedim. O da olmadı. "Ama güldüğünü görebiliyorum." dedim ki görebiliyordum. Kızıl saçlı bıyıklı bir abimizdi. Daha sonra arkasına dönüp gitti. Ben de uyandım.

Kadın Doğum Stajından Geçmem

Çok tuhaf oldu bu.
En malign hocadan sınava girip
28 kişiden 19 kişinin kalması
Ve benim geçmem
Yakanızdan düşmeyeceğiz akepe

Hocanın bana en kolay soruyu sorması
Ve benim çalıştığım konuya denk gelmesi
Az çok bilmem
Biraz sallamam
Hocanın gözünde
Biliyor ama tam çalışmamış imajım
Bu böyle gitmez
Halkım uyanın

Sonuçta geçtim
Mutluyum
Umutluyum
Verdiğim sözleri tutucam.
Peki siz hükümet siz niye tutmuyorsunuz verdiğiniz sözleri?
Where's the AB Where's the çift duble yollar? Where's the 301? (Buraya gülün ben çok güldüm. Fatih Terim olsa o da gülerdi)
The love of christ?

I had to get the agony of gods heart...
WE... HAVE SINNED!!!

Satır satır yazınca Yılmaz Özdil tandansı yakaladı klavyem arada sırada kusura bakmayın. Akp'ye sövmem ondandır.


6 Kasım 2009 Cuma

Vulva Kanseri

Vulva kanseri diye bir şey var. Bakın tüm dünya vajinaları sizlere sesleniyorum, sakın olmayın. Olursanız bana gözükmeyin, uzakta durun yanıma yaklaşmayın. Yazık değil mi benim de rüyalarım var.

2 Kasım 2009 Pazartesi

G-Force


Sınavıma 5 gün kalmasına rağmen aptal gibi oturdum film izledim. Tabii bunda bizde kalan arkadaşın da etkisi oldu. Oysa ki ders çalışacaktım, tam oturuyordum ki... Geldi ve hadi film izleyelim dedi.

Neyse arkadaş animasyon sevdiğinden ötürü elimizde de animasyona en yakın film olarak G-Force bulunduğundan dolayı onu izledik.

Film hakkında yorumum "izlemEyin". Bundan çok daha iyi filmler var dünyamızda ama diyelim ki 5 arkadaş toplandınız hadi bir film izleyelim arada da sohbet ederiz falan diyorsunuz işte o zaman bu filmi izleyebilirsiniz. Zira tamamen boş bir film. Kurgusu olsun, hataları olsun.. Eğlendin mi diye sorarsanız; evet eğlendim. Güldüğüm yerler olmadı değil ama bunlar da gayet 3. sınıf osurma esprisi, yere düşme esprisi ve diğer klişe esprilerdi.

Sonuç olarak Space Jam ile başlayan insanların animasyon karakterleriyle aynı perdede buluşması akımının son örneği G-Force'u kaçırmazsanız üzülürsünüz. Yani kaçırın hiç tutmayın. 15 yaşından küçük olsaydım daha bir sevebilirdim. O berbat sonu bünyem kaldırabilecekti ama şimdi yapamıyorum.

SPOİLER OLARAK OKUYABİLİRSİNİZ ZİRA TAHMİN EDİLMESİ ÇOK KOLAY OLAN FİLMİN SONU YAZIYOR
Yeter arkadaşım ya.. Filmdeki kötü karakterin ömrünü adadığı dünyayı yok etme amacına tam ulaşacağı sırada baş rol oyuncusunun gelip "Aslında sen iyi birisin, sen de bizdensin, kalbinin derinliklerindeki o çiçeği ben görüyorum" demesi sonucunda kötü adamın bir anda evet çok büyük bir hata yaptım deyip tüm yaptığı işi mahvetmesine sinir oluyorum. Yapmayın artık lütfen..
SPOİLER BİTTİ BOYUMUZ UZADI

1 Kasım 2009 Pazar

Dedikodu

Aklım başına geldiğinden beri hep dedikoduya karşı olmuşumdur. Mükemmel bir özellik olarak söylemiyorum ama gerek evde olsun gerek arkadaş ortamında başkaları hakkında konuşulmasını sevmem. Hatta bu ortamlarda "Bırak oğlum dedikoduyu" dediğinizde cevap olarak "Ne var yüzüne de söylerim" derler. Ben de içten içe gülerim. Zira kimsenin kimseye yüz yüze söylediği bir şey yoktur. Böyle davrandıkça insanlar benimle dedikoduyu zamanla kesti. Hatta x'in y ile çıktığını en son hep ben öğrenirim. Hatta çoğu zaman ayrıldıklarını duyduğumda "Çıkıyor muydu yahu onlar?" olan insanım. Üniversite ikinci sınıfın başlarından itibaren insanlar bana hiç bir şey anlatmamaya başladı. Zira kendilerine "bana biri hakkında bir şey söylüyorsan gider ona söylerim" demişimdir. İnsanlar bunu laf taşıma görse de ben kendimi çok dürüst çok taşaklı biri olarak görümüşümdür. Neyse

Sonuç olarak eşekmişim. Bundan sonra dedikodunun allahını yapıcam. Çok zevkli oluyor. Dün sabahlara kadar bir arkadaşın kayboluşu üzerine dedikodu yaptık ve hiç bu kadar gülüp eğlenmemiştim. Zaten tüm günahlar zevkli değil mi yahu?

31 Ekim 2009 Cumartesi

Last Days Soundtrack ve Güzel Şarkı


İki gün boyunca bu albümü dinledik. Dolayısıyla bir yorum yapalım. Albüm 12 şarkıdan oluşuyor. Velvet Underground dışında tanıdığım kimsecikler yok. Son iki şarkı haricinde albüm; grunge, indie, alternative doğrultusunda diyebilirim. 6 şarkılık ilk yarısı daha güzel. Daha önce paylaştığımız Death To Birth hem orjinal kayıt olarak hem de akustik olarak albümde yerini almış. Yine Velvet Underground'in "Venus In Furs" adlı şarkısı pek mükemmel. Zaten filmde geçtiği yerde oldukça iyiydi. Son şarkı olan 21 dakikalık Hildegard Westerkamp'in(enviromental music yapıyor bu kadın. başka bir terim bulamadım.)şarkısı olmamış.

Bir de Mula (http://frontispice.blogspot.com) adlı arkadaşımız sağ olsun zaman zaman bizlere şarkı yollar. Hatta sık sık yollar. Yolladığı şarkıların istatistiğini çıkardım tam 10. şarkıda çok güzel bir şarkı yolluyor. Yine hayal kırıklığı olan 9. şarkıdan sonra 10. şarkı şahaser çıktı onu da paylaşalım. Klibi de oldukça güzel..

Green Street Hooligans



Haftaya Cuma sınavım olmasına rağmen böyle filmler izliyorum. Evde olası bir ebeveyn olsa kapıyı açıp "Oğlum sınavda İngiltere'de ki holiganizmi mi sorcaklar?" der ama evde ebeveyn ya da ebeveyn ruhlu bir arkadaş bulunmamakta. Dolayısıyla biz de sabahlara kadar sabahlayıp(?!) film izleyebiliyoruz.

Şimdi erkekseniz, futbolu seviyorsanız, Van Damme filmlerine yatkınsanız bu filmi mutlaka izleyin. Tabii geri kalan kitle de izlerse eğlenecektir. Kısa bir yorum getirirsek ben izlerken eğlendim az biraz da öğrendim. Çok boktan klişeler olmasaymış daha iyi olurmuş ama olsun varsın. Bir de bunu izleyip West Ham United sempatizanı olmamak zor bir durum.

Güzel diyebileceğimiz(bazen amatöre kaçabiliyor yalnız) kavga sahneleri var. Bu kavga sahneleri adama cesaret de veriyor. Elijah hobbiti bile dövüşebiliyorsa ben bu boy bu kiloyla tüm İngiltere'yi fethederim ulan oluyoruz istemeden.

Filmimizden sahnelerle süslenmiş bezenmiş güzel bir şarkıyla yazımızı bitirelim. Bunu izleyip az çok fikir sahibi olursunuz.


Bir de filmi izleyip ek bilgi olarak ne öğrendik Glasgow Smile ya da Chelsea Grin diye bir olay var. Nedir bu? Batman'de ki Joker abimizin ağzı oluyor. Türlü türlü yapılma sanatı var. Merak eden yazsın gogıla okusun. Tommy Flanagan adlı aktörün suratında da Joker gibi yapayı değil gerçeğini görebilirsiniz.

Last Days



Aylardır bitirmeye çalıştığım Gus Van Sant filmografisinin son demlerini yaşadığım şu günlerde Last Days'i izledim. Gerry, Elephant, Last Days üçlemesindeki en iyi 2. film diyebilirim. Michael Pitt herifine gıcık olmama rağmen bu filmde hakikaten rolün hakkını vermiş. Öptük kendisini.

Bir de filmin güzel de bir soundtrack'i var. Albümde Pitt'in kendi grubu olan Pagoda'nın iki şarkısı var. Bir ara albümlerini dinleyip -zira yüklendi- beğendiğimizi ya da beğenmediğimizi yazarız.(Biz tek kişiyiz ama binlerce blogda gözlemlediğimize göre üstün yetenekli blog yazarları fark etmiş ki 1. çoğul şahısı kullandıklarında daha fazla kişiyi etkiliyormuş ben de o akıma kapıldım.) Filmden bir şarkıyı -trailer eşliğinde- aşağıya koyalım.

Filmin konusu mu ne? Bir zamanlar arabul.com diye bir site vardı biz küçükken şimdi de google var.

30 Eylül 2009 Çarşamba

Buralarda niye hiç yazı yok?

Niye yok? Çünkü franbogaz.blogspot.com diye bir adres açtık, geyik yapıyoruz mütemadiyen. Gayet de kaliteli olduk. 5 kişiyiz ama silahımız yok. Bir de buranın tasarımını yanlışlıkla değiştirdiğimden beri soğur oldum. Cümlelerim de artık böyle yalın ve köprüsüz. Ama yine yazacağım buraya.

13 Mart 2009 Cuma

Rooney tenhada kıstırmayayım seni!



Demiş ki tombul, tipsiz Rooney:

"Everton taraftarı olarak hep Liverpool nefretiyle büyüdüm. Şimdi de değişen bir şey yok". "

Bir insan mavi doğarsa mavi büyür deyip sonra Everton hakkında ileri geri konuşmadın mı? Tenhada kıstırmayalım oğlum seni! Alpay Özalan ile Kemalettin Şentürk'ü salacam üstüne.

12 Mart 2009 Perşembe

İleti Geçmişim


Bugün, bir arkadaş sayesinde şimdiye kadar hiç kullanmadığım ileti geçmişini kullandım. Ne boktan bir olaydır, ne gereksiz bir uygulamadır. Okudukça duygulandım, ulan burada beni yanlış anladı işte o yüzden ayrıldı benden dedim. İçmeye karar verdim işte az önce. İlk kez, içtikten sonra geçmiş aklıma gelmedi de yaşananlar aklıma geldiğinden içmek istedim. Bilgisayarda tek foto bırakmıyorsun, tüm hayatından çıkartmaya çalışıyorsun ama ileti geçmişinde başka biriyle konuşmalarınızı ararken insanın gözüne çat diye takılıyor işte. Arabesk film durumu vardır ya hiç aklıma gelmiyorsun ama hep aklımdasın. O durumu dibine kadar yaşadım. Şimdi ilk kez bir anıyı sarhoş değilken sileceğim. Sakin bir şekilde okuyacağım sonra sinirleneceğim, bunu bana nasıl yapar deyip tüm konuşmalarımızı sileceğim.

Fotoğrafı da kendim çekmiştim. Kendimce bir güzelliği ve bağlantısı var eski yazdıklarımla ilgili.

10 Mart 2009 Salı

Çamaşır makinası ve son don ikilemi


Şu üstteki aletin aynısından bende de var. Tabii fayanslarım falan o kadar temiz değil. Geçen sene ikinci elciden almıştım hem de hiç pazarlık yapmadan. Bu sene ikinci elcilerden her aldığım nesneyi yarı fiyatına aldığımdan dolayı bu çamaşır makinasının bende açtığı duygusal yara büyüktür. Eğer öğrenci evinde falan kalmıyorsanız, pek ilgilenmezsiniz bu aletle, öyle anneniz yıkar, asar falan. Ama öğrenci/bekar iseniz başka; bu göt alet bir kere gerekli. Öğrenci evinde lüks deyip, zenginsin ayağı kimse yapmasın. Benim tüpüm yoktu ondan önce çamaşır makinası aldım. Çalışma mekanizması falan kolay düğmeleri çeviriyon, gerisini hallediyor. Bu aleti ben olabildiğince az kullanıyordum; giyecek bir şey bulamayıp, kirli sepetine doğru yöneldiğim ilk gün -giymeyi sevmediğim ama temiz kalan tek kıyafetime el attığım gündür- yıkardım tüm çamaşırları. Tabii ben 1 sene bunu böyle kullandım, alete bir şey olmadı, paşalar gibi çalışıyordu. Ama 15-20 gün önce mi ne artık canına tak etti, bozuldu alet, sıkma işlemini yapmıyor. Sinirden kapağını da kırdım. Annemi arayıp benim çamaşır makinası bozuldu yeauv deyince ulan senin makina benimkinden iyi nasıl bozdun onu? Benimkini 10 senedir kullanıyorum ben dedi. Kem küm yaptım, bozuldu işte bilmiyorum triplerine girdim. Asıl sorunum şu şimdi daha renkli kıyafetim var parfüm deodorant falan kapatıyoruz da an itibariyle son donumu giydim. Kara kara düşünüyorum, atlet bitseydi, tişört falan giyer kapatırdık da şimdi bir korku saldı ya ishal olup altıma kaçırsam -okul öncesi bu benim başıma geliyordu hala korkarım- giyecek başka donum yok. Öyle acınası bir haldeyim!

Saat 2'de bir hayat kadını sen masada içerken elini sıkarsa



Şimdi bu yazıyı yazarken bayağı bir sarhoşum, sonra gelip edit de yapmayacağım anaa bu nasıl cümle olmuş diye. Bugün arkadaşlarla içelim dedik, küçük bir kentte okuyorsanız ya sevgiliniz olacak ya da tüm paranızı içkiye yatıracaksınız mutlu olmak için, ben bunu anladım. Para önemli bir şey yani hehe. Her neyse bir iki gözlem yazacağım sıcağı sıcağına malum eve yeni geldim, hemen blogu açtım.

İlk olarak Anadolu meyhanesi denilebilecek bir yere girdik, sessiz, sakin ama plazma ekranı olan çalışanların size son derece saygı gösterdikleri ve memnun kalmanız için elinden geleni yaptıkları güzel mekanlar bunlar. 4 erkek bir kızdan oluşan bir arkadaş topluluğunuz var ve sırf siz bu kız arkadaşınız yüzünden pub'a gidip bir biraya 6-8 milyon veriyorsanız ve üstüne üstlük o kızı eve atamıyorsanız, pub'a gitmekten vazgeçin. Yakın olan kız arkadaşınıza da deyin ki ya pub çok pahalı ille içeceksek birinin evinde içelim. Malum 3 senedir sürekli takıldığımız pub'da yaşadığımız heyecanı ve mutluluğu şu bir gecede yaşamamıştım. Diyeceğim odur ki; belli bir meyhaneniz olsun. Her neyse gittik meyhaneye, 21 bira bir büyük rakı, 2 porsiyon biftek, 2 porsiyon ciğer, 1 buççççuuuk adana aldık. Hesap ne kadar tuttu? 120 Tl tuttu. Tabii hepimiz şaşırdık o değil yemekleri de yediğimiz en güzel yemeklerdi. Okula yakın olsa her öğle arası gider yerim. Ne boksa her neyse sonra kalktık tabii hepimizin kafalar güzel, kimimizin uykusu gelmiş saat 1 olmuş. Tuhaf arkadaşlardan biri haydi pavyona gidem diyor. Ulan yok uyucam ben falan cümlelerine ulan ne göt adamsın sen falan diye cevap veirldiğinden dolayı bir zamandan sonra istemeyerek de olsa pavyona giriyorsunuz.

Hiç pavyon kültürü olmayan ben, içeri girdiğimde acayip şaşırdım. Ulan saat 1'di ve mekanda takım elbiseli 50'den fazla adam içiyor, şarkılara eşlik ediyor, masasına aldığı kadınla sohbet ediyordu. Ulan bu saatte ne arıyor bu insanlar burada diye afalladıktan sonra bir masaya geçip oturduk. Ortamdaki tek kot pantolonlu tayfa olarak kot pantolon eksimizi kapatmak için son derece sert beş bira getir bize yaptım. Her neyse biralar geldi. Etrafta tuhaf tuhaf kadınlar dolaşıyor, geliyorlar elini sıkıyorlar. Ben başta hem utandım hem de sinirlendim. Para ile size her şeyi yapabilecek olan kadınlar masanıza geliyor, elinizi sıkıp, hoşgeldiniz diyor. Ardından da göz kırpıp bir isteğiniz var mı diye soruyor. İlk başlarda acayip utandım, kadınlar elimi sıktığımda başımı eğiyordum kendi kendime ulan ben burada ne arıyorum falan diyordum. Ben daha benim kadar entelektüellik -kastım kendini övmek değil biraz daha siyaset, sinema, müzik ve edebiyat konusunda etraftaki bir çok insandan daha fazla şey bilmek; terimi yanlış kullandıysam hiç sikimde değil anlatmak istediğim bu hehe- ile sıradan bir insan olma arasında kalmış bir insan görmedim . Tam yerimi bilemiyorum. Her neyse gelen kadınlardan bir tanesi bu arkadaşınız niye başını eğiyor diye sorduktan sonra ortama uyum göstermeye başladım. Akdeniz akşamlarından, ocağım söndü bu ne beladır şarkılarına kadar türlü türlü şarkılar çalıyordu. Yavaş yavaş kendimi tutamayıp kadınlara bakmaya başladım, masaya gelen kadınlar elimi sıktığımda gözlerine de baktım hatta kimisi güzel sayılabilecek kadınlar yaptığı işi o kadar profesyonelce yapıyorlardı ki bir an olsun bu işten nefret ettiğini anlamıyordum ama biliyordum ki nefret etmeme gibi bir ihtimalleri yok. Aynı gün okulda Kadınlar günüyle ilgili seminer veren birisi olarak bir yanım masadan kalkıp ulan bu nasıl bir toplum diye bağırmak istese de baskın kalan tarafım ulan burada bulunan heriflerin hepsi kaçakcılıktan köşeyi dönmüş ve hepsinin belinde silah olan insanlar korkusuyla ortama daha fazla uyum gösterip bu düşünceleri attım kafamdan. Komikti yahu, bir yandan şarkılara eşlik ediyordum bir yandan da ulan insan burada tüm parasını yer ulan diyordum. Hele son gelen kadın öyle bir göz kırptı ki bana, masadaki tüm biraları fondip yapıp beyler hadi kalkalım daha dayanamıyorum dedim. İşte öyle tuhaf bir mekan bu pavyonlar, ilk kez gittim. Daha önce gitmiş olanlar ulan bu yaşa gelmişsin ilk kez mi gittin falan diyebilir ama etrafı gözlemlediğim sürece hakikaten halimize üzüldüm. Ankarada belediye başkanı kim olacak diye tartışan gençlerin örgütlenip bu tip yerleri ateşe vermeli falan diye düşündüm hehe. Aman dedim sonra insanların parası var harcıyor işte gönüllerince tabii sonra hesap geldiğinde bir biranın 9 milyon olduğunu anlayınca, bir insan alın teriyle kazandığı parayı bu kadar kolay harcamayacağını bildiğimden dolayı daha da sinirlendim tüm ortamda bulunan insanlara, ama bir yandan da tüm erkekliğimle ulannnn ne kadınlar vardı deyip duruyordum. Bir erkeğin pavyona gidip karısını ya da sevgilisini aldatmama gibi bir durumunun zor olduğunu düşündüm haliyle. Ama yine de eğer kendinizi biraz olsun bana yakın hissediyorsanız ve daha önce hiç gitmediyseniz mutlaka bir kere gitmelisiniz meyhane ardından da pavyona ve o arada kalmışlığı hissetmelisiniz. Bir yanda deliler gibi eğlenen arkadaşlarınız bir yandan masada bulunan bir arkadaşınız lan ben bu garsonu tanıyorum babama söylerse ayvayı yerim söylemleri bir yandan erkekliğinizi bastırmak için son derece uğraş göstermeniz ve en önemlisi hiç tasvip etmediğiniz bir ortamda olmanıza rağmen eğlenmeniz hakikaten tuhaf bir deneyimdi benim için. Bir kere daha gider miyim bilmiyorum ama gidersem sonuçları göze alarak giderim herhalde.

Pek bir anlattım herhalde hehe, neyse yarından itibaren film yazısı falan koymaya başlayacağım. Tuhaf yahu meyhane, pavyon. Bundan 3-4 sene önce hiç bir zaman olabileceğimi hayal etmediğim yerler. Kendimce ulan bir kadınla seks yapmak için bir tanışıklık olmalı, bir sevgi olmalı derdim ama biraz alkol biraz açık giyinmiş kadınlarla karşılaşınca hepsi yalan oluyormuş onu anladım. İğrenç yaratıklarız yahu biz erkekler!

9 Mart 2009 Pazartesi

Masal yazıyorum ben

Bloga daha fazla yazı yazmaya karar verdim. Edebi değeri olmayan kendimi parmakladığım yazılardan olabildiğince az koyacağım. Artık gırgır, şamata geyik yeri olacak bu blog. Haberiniz olsun! Değişim başlasın. Naruto usulü style ile Believe it ! Doğru yolu buldum artık. Sözlüğe koyduğum yazıları da buraya copy/paste yapıcam.

24 Ocak 2009 Cumartesi

kar, yağma bir daha yürüdüğüm yollara

bir elimde bira şişesi, bir elimde telefon yürüyordum.
kar yağıyordu lapa lapa
saat sabaha karşı üçtü
köpekler etraftaydı ama ben korkmuyordum onlardan
hem saldırmazlardı ki benim gibi bir sefile
sonra telefon çaldı, sen konuştun ben dinledim
ben konuştum sen dinledin
sonra telefon kapandı
ben gözlerimi kapattım ve koşmaya başladım
kollarımı iki yana açarak
ve düşündüm ki hayat ne güzel böyle gözü kapalı koşabildiğin zaman
sonra çarptım bir yere
gözlerim hala kapalı dedim ki şimdi ölmemeliyim tanrım, şimdi olmaz
açtığımdaysa gözlerimi, ayın içindeki o adam bana elini uzatmış gülümsüyordu
sarhoştum, mutluydum ve hayat devam ediyordu.
dedim ki daha iyisi olamaz, daha iyisini yaşayamam ölene kadar
eve gittim babam uyandı
merak etti beni, niye dışarı çıktım diye
ama gelip soramadı bir türlü
sonra üstüme örtme bahanesiyle geldi ve ne yapıyordun dışarıda diye sordu usulca
bilemedim hiç bir zaman kokuyu aldı mı? bana kızdı mı?
döndü yatağına cevabımdan hoşnut kalmayıp çünkü sabah da soracaktı ne yaptın o saatte dışarıda diye
sonradan öğrendim korkmuş bana bir şey olacak diye
benimse sadece sırtım ve bacağım ağrıyordu ama gözüm kapalı koşabildim ya
ne önemi vardı sırtımın, başımın
sonra zaman geçti
telefonum çaldı ama sen konuşmadın
ben aradım sen açmadın
ben göze aldıkça sen imkansızlaştırdın
şimdi bir büyük rakı bile bitirdiğimde
gözlerim kapalı koşamıyorum korkudan
çünkü çarparsam bir yere
tutmam o günkü gibi bana kalk diyen elleri
ama yine de daha güzeli gelecek.
daha iyisini yaşayacağım
tekrar karda gözü kapalı koşabileceğim
bir elim beklenenin elinde
diğer elimse boşlukta
umarsızca yaşayabileceğim biliyorum.
çünkü en iyisini daha yaşamadım
en iyisini daha görmedim

9 Ocak 2009 Cuma

yok olup gitsen puf diye

hiç adını duymasam mesela
hiç bahsetmeseler senden
kararıverse resimlerin ekrana baktığımda
seni düşünüp yazdığımda parmaklarım tutuluverse

acıyor be hala canım
bıktım artık yıldızların kaymasını beklemekten
kaymıyorlar, vermemek için umut
fallar hep doğru

bir şey kopup gidiverdi içimden
insanların yüzüne bakarken
yanaklarım kızarmıyor artık bahsettiğimde senden
kaşlarım çatık benden bir şeyler çaldı o diyorum

hani ince bir çizgi vardı aşk ile nefret arasında
hani kolaydı nefret etmek
beceremedikce kaldırıyorum kafamı yıldızlara
bu sefer açılacak diye tanrıyla bahse tutuştukca
senden değil yine tanrıdan nefret ediyorum.