16 Ocak 2011 Pazar

Tabutta Rövaşata

İlk izlediğim zamanı hatırlıyorum da Atv sabaha karşı 1'de yayınlamıştı. Küçüktüm, daha yeni yeni sinemaya aşinalığım başlıyordu. Tabutta Rövaşata'nın ismi saçma gelmişti.Şimdiyse daha güzel bir isim bulunamaz diyorum. Böylesine güzel bir film iyi ki var.

15 Ocak 2011 Cumartesi

İnsani ilişkiler

Tuhaf ilişkiler tabii bunlar mesela zerre değer vermediğim insanlar var hatta şöyle etrafıma bakıyorum değer verdiğim insan 3-5 tane. Ancakbu değersiz insan sürüsüyle yaşamak zorundasın neden çünkü öyle sabah hastaneye falan gitmek zorundasın başka şansın yok. İstediğim kadar kasayım yine bir 3-5 saat insanların yüzünü görmek zorundayım. Her zaman bulduğumda koşa koşa eve gitmemi tuhaf karşılayıp niye süreki kayboluyorsun diyorlar? Ben de hastaneyi sevmiyorum. Evet hastanede durmayı sevmiyorum ama mekanı anlamlaştıran insanlarmış. Bir çok kişiyi görmemek, muhabbet etmemek için koşa koşa evime geliyorum aslında. Bir arkadaş dediydi ki "Şehir insanı boğunca ya derbeder oluyorsun ya inek" Keşke inek olsaydım da bir an önce şuradan kurtulsaydım; kurtulsaydımdan kastım sadece değişikliğe ihtiyacım var. Bir yerde 4 seneden fazla durmayı sevmiyorum.

Ukalalık olacak ama 4 senenin sonunda insanlar onlara ihtiyacım olmadığını hatta kendilerinin benim nezdimde hiç bir önemleri olmadığını kavrayıp beni sevmemeye başlıyorlar. Oysa ki ben sevgiye muhtaç ufacık radyasyon emen bir kaktüsüm. Benimle konuşmanız, sulamanız ayrıca güneşi sevdiğimden ötürü pencerenin kenarına koymanız gerekiyor. Oysa siz benim sizi sevmediğimi anlayınca beni sevmeyi bırakıyorsunuz. Ayıp ediyorsunuz, sizi radyasyondan koruduğumu unutuyorsunuz.

10 Ocak 2011 Pazartesi

İlahi Atatürk

19 gün sonra çok önemli bir sınavım olduğundan mütevellit her gün, en az 8 saat ders çalışma sözü verdim. İlk günümde, hastanede pediatri sınıfından hepinize selam ederim.

5-6 saattir hastanede olunca insan acıkıyor haliyle. Ben de 24 saat açık hastane kantinine gittim, masalarda uyumaya çalışan insancıkları gördüm ve tost söyledim. Eğer bir şehirde akşam dışarıda kaldıysanız ve otele verecek paranız yoksa sabahlamanın en sıcak yolunun hastane kantinlerinden geçtiğini söyleyeyim. Tabii arada ağlamalar, bağırmalar falan olabilir ama sonuç olarak ölen tanıdık değil. Biz de bir gün öleceğiz diyerek dur kan vereyim insanların hayatını kurtarayım duygusallığında değilseniz hastane kantinleri sizin için birebir. Git gide boş bir yazıya doğru gidiyor ama durun bakın şimdi dolduracağım zaten kısa olacak, hiç acımayacak. Kantinde çikolatalı süt ve tostumu yerken duvarda asılı olan Lösev posterini gördüm. Lösev, hepinizin bildiği gibi; lösemiyle savaşıp, para toplamak için son derece duygu sömürücü reklamlar yapan vakıf. Tabii yaptıkları mühim bir iş olabilir ama umrumda değil zira dernek benim değil.

Efendim Lösevciler bu sefer posterlerinde kel bir çocuğun fotoğrafı ve "yardım etmezseniz ölecek" temasını değil de Atatürk fotoğrafı ve Atatürk'ün cümlesini kullanmayı tercih etmişler. Posterin en altındaki "2011 Lösemiyle savaş yılı" yazısını okuyana kadar gayet Türk İş Kurumu'nun posteri sandım. Zira cümle şu:

"Çalışmadan, yorulmadan, üretmeden rahat yaşamak isteyen toplumlar; önce haysiyetlerini, sonra hürriyetlerini ve daha sonra da istiklal ve istikballerini kaybeder"

Lösev ile tamamen alakasız olan bu cümleyi okuyunca tüm tost boyunca düşündüm -yaklaşık 2 dakika- ve kısa bir sorum olduğunu fark ettim. Benim gibi üşengeçler için mühim olan bu soruyu cevaplayana yıldızlı pekiyi vereceğim. Çalışmadan, yorulmadan, üretmeden rahat yaşama hürriyeti yok mudur bu dünyada? Hepsi birbirine bağlı mıdır? Nedir, nasıldır? Haysiyet nedir, kaybedilse ne olur? Son olarak uykum geldiğinden dolayı atam atam sen kalk da ben yatam adlı şiiri kendisine Elazığ'dan yolluyor yazıya son veriyorum.

MFÖ'nün tam ortasındayım yağmurun adlı şarkısı da ne güzeldir. Asansöre bindiğimde bir anda aklıma geldi.

8 Ocak 2011 Cumartesi

Kısa kısa hikaye

Aslında ayrılalı çok oldu, nereden baksan 5 saat keşke hep beraber olsak
Aslında ayrılalı çok oldu, nereden baksan 10 saat keşke hep yakınlarımda olsa
Aslında ayrılalı çok oldu, nereden baksan 1 gün keşke istediğim zaman görebilsem
Aslında ayrılalı çok oldu, nereden baksan 7 gün ama nedense hiç özlemedim.
Aslında daha yeni ayrıldık sayılır ama tamamen unuttum yaşadıklarımızı.

Böyle yazmıştı günlüğüne. Şimdiyse ayrılmalarının üstünden 6-7 yıl geçmesine rağmen tamamen unuttum diyemiyordu. Herhangi bir şeyi tamamen unutma olasılığı zaten yoktu ama en azından aklına sadece istediği zamanlar gelmesini istiyordu. Porcupine Tree - How is your Life Today? dinlediğinde aklına gelmesi normaldi, kaldırımda ona benzeyen bir kadın gördüğünde beraber yaşadıklarını hatırlaması da normaldi ama film izlerken, kitap okurken bir anda aklına düşmesi çok sinir bozucuydu. Yıllar geçmişti ve yıllardır açmadığı günlüğüne bu sefer şöyle yazdı:

"Aslında ayrılalı çok oldu ama bir türlü unutamıyorum."

Günlüğü çekmecesine koydu, karısını öptü ve uyumaya çalıştı. Hayatı hep izlediği filmlerdeki, okuduğu kitaplardaki gibi olmuştu. Hiç bir heyecanı yoktu, heyecanı seven biri değildi ama olacakları her seferinde önceden tahmin etmesi artık sinir bozucu geliyordu. Bu sefer dedi, bu sefer söz veriyorum tahmin ettiğim gibi olmayacak ve tüm bu zinciri kıracağım.

Sabah işe gittiğinde patronundan 3 günlük izin istedi; tahmin ettiği gibi patronu nedenini bile sormadan reddetti. İnsanı her şeyi yaptıracağına inandıran romanlardaki gibi istifasını veremedi. Masa başına geri dönüp telefonu açtı, telefonu kapattı, ayın sonu yaklaşmasına rağmen hedeflenen satış sayısından çok uzak olmanın verdiği sıkıntıyla verdiği sözü tamamen unuttu. Telefona daha sıkı sarıldı. Sesini daha inceleştirip, en ikna edici ses tonuyla "Merhaba" dedi. Gün bittiğindeyse yeniden aklındaydı ama hiç zamanı yoktu. Hafta sonuna kadar beklerim dedi kendi kendine.

Cuma günü gelmişti. Her çalışanın en sevdiği gün, bir sonraki günün boş olduğunu bilmenin verdiği ve yıllar boyu geçmeyen o tatlı duygu. İş çıkışı eve geldiğinde o kadar yorgundu ki uğruna canını verebileceği takımının maçını dahi izleyemeden uyuya kaldı. Uyumadan hemen önce şöyle dedi: "Yarın mutlaka başlayacağım onu aramaya." Cumartesi gününe mutfaktan gelen mükemmel tost kokusuyla başladı. Doğum kontrol hapı kullandığını zannettiği ama kendisine 2 ay önce hamile olduğunu açıklayan 3 yıllık karısını öptü ve masaya oturdu. Çocuk istemiyordu ama hiç bir şey diyememişti. Zaten hiç bir zaman, hiç kimseye içinde istemiyorum fiili olan bir cümle kurmamıştı. Mutlu değildi, karısını sevmiyordu sadece ihtiyaç duyuyordu ama kapıyı çekip gidemedi. Karısını öptü, kahvaltı için teşekkür etti ve televizyonu açtı. Haberlerde şunu bekliyordu "Tahir'in 6 yıl önce ayrıldığı Merve çok mutsuz ve hala Tahir'i bekliyor." ya da "Tahir'in 6 yıl önce ayrıldığı Merve dün evinde mutsuz bir şekilde bulundu" ama hiç bir kanalda ne ondan ne de Merve'den bahseden vardı.

Yıllar geçti ama Tahir hiç bir zaman Merve'yi arayamadı. Bir kızı bir de oğlu oldu, evliliklerine karşı çıkan kayınbabasının şirketine torun sevgisi sayesinde müdür oldu, güzel bir evi hatta 15 yaşından beri istediği 79 model bir Fiat Spider'ı oldu. Tahir ilk çocuğu doğana kadar Merve'yle herhangi bir yerde karşılaşma umudunu korudu ama hiç bir zaman Merve'yi aramadı. Hayatın onu şaşırtmasını ve Merve'yi bir anda karşısına çıkarmasını, otobüste uyandığında yanında oturanın Merve olmasını bekledi ama öyle olmayacağını tahmin ediyordu işte bu yüzden Tahir hiç bir zaman Merve'yi arayamadı ve ilk çocuğunun üçüncü yaş gününde günlüğüne şöyle yazdı:

"Aslında baba olalı çok oldu ama hala ilk günkü gibi hissediyorum."

7 Ocak 2011 Cuma

"I have the money, I have the power"



Para önemli tabii, para demek güç demek hem de çok çok uzun yıllardan beri böyle demek. Peki güçlü olsam ne fark edecek? Eskiden şöyle derdim bana piyangodan para çıkarsa yarısıyla fakirlere yardım edeceğim. Şimdi şöyle diyorum bana piyango çıkarsa kimseye zerre yardım etmeyeceğim. Kenya'da açlıktan ölen, Çin'de 20 saat çalışıp 1 dolar alan adam hiç içimi sızlatmıyor. Şu an çok param olsa istediklerimi yapabilme gücünü elde ederdim. Oysa ki bana paradan hiç bahsedilmemişti küçükken. Şöyle öğretildi: "Her istediğini yapabilirsin,tek yapman gereken karar vermek. Karar vermek yapmanın yarısı eder." Aynı şeye onlarca kez karar verdiğim oldu ama o karar verdiğim şeylerin yüzde birini bile tamamlayamadım. Çünkü yeteri kadar param yoktu, paramın olması için ya çalışmalıydım ya da beni seven insanların istediği gibi davranmalıydım. Çalışmak çok zordu ve bende kendi param oluncaya kadar karar verdiğim şeyleri erteledim. Bugünün işini yarına bıraktım.

Bazılarınız diyordur paraya ihtiyaç yok ki; Christopher McCandless gibi olabilirsin. O dediğiniz durum 100 yılda bir gerçekleşiyor. 100 yılda yaşayan milyonlarca insan arasında 3-5 kişi oluyor ve o mükemmel başakldırışı; Sean Penn gibi hayatını Haite'deki fakirlere yardım etmeye adayacağını anlatan insanlara film yaptırıyorlar. Tabii filmi Sean Penn çrekince şöyle demiştim: Ben de yapabiliim yarından tezi yok ben de vuracağım kendimi yollara ama öyle olmadı. Onların istediği bu. Beni yapabileceğime inandırıp sonra yapamayacağımın farkına vardırıyorlar. Mutsuz bir nesil yetiştiriyorlar. Er geç hepimiz fark edeceğiz bunu. Kimimiz şimdi fark edecek, kimimiz 40 yaşına gelmesine rağmen 20 sene daha çalışması gerektiğini anladığında fark edecek.

Evde bilgisayarımın karşısında oturuyorum, doğaya dönmek hiç bir zaman bana göre değil. Theodore Kaczynski'nin söylediği gibi doğaya dönmeliyiz falan triplerinde de değilim. Seviyorum bilgisayar karşısında zaman geçirmeyi farkındayım bu durumun tuhaflığını hatta kendi yaşıtlarımı deney hayvanı gibi görüyorum sanki toplumsal bir deneye tabii tutulmuşuz da sonuçları 100-150 yıl sonra açıklanacak. Akşam Pink Floyd dinleyip gece Fight Club izleyip sabah okula giden bir nesiliz. "Evet, hocam haklısınız"

Kimse bana eğitim sistemi berbat falan demesin zira berbat olmayan eğitim sistemi yoktur. Buyrun tanıma bakalım

eğitim

a. 1. Çocukların ve gençlerin toplum yaşayışında yerlerini almaları için gerekli bilgi, beceri ve anlayışları elde etmelerine, kişiliklerini geliştirmelerine okul içinde veya dışında, doğrudan veya dolaylı yardım etme, terbiye:

Tanım sakat değil mi? Toplumun devam etmesi için benim eğitilmem gerekiyor. Beni birileri eğitmezse toplumdaki yerimi almam için gerekli bilgiyi alamazmışım öyle diyor TDK. Mazallah farklı bir bilgi alırım da toplumu yıkarım. Hee bir de şöyle diyor "doğrudan veya dolaylı yardım etme" Aile ve tüm okul hayatımda aldığım eğitim hayatımın hiç bir alanında mutlu olmama yardımcı olmadı. Tüm aldığım eğitim nasıl para nasıl kazanacağımın üzerineydi. Nasıl para kazanacağımı öğrettiler bana BMW'nin ne kadar güzel bir araba olduğunu, çatı katında penceresi olan müstakil evin ne kadar mükemmel olduğunu, ağaç evlerin ne kadar eğlenceli olduğunu gösterdiler. Ben de dedim ki evet ben de para kazanmayı öğreneceğim, bir arabam olacak çocuğumun ağaç evi olacak.

Her istediğimi yapabilirim dedim. Anarşik filmler izledim herkesin çok kolay ulaşabileceği; Fight Club izledim şöyle dedi bana oradaki yakışıklı adam ben kredi kartı limitim değilmişim. Bir gün ölümden korkmayı bırakırsam sonuna kadar dibe batıp tüm umudumu kaybedersem her istediğimi yapabilirmişim. Bense aradan yıllar geçtikten sonra: "böyle diyorsun ama zaten şu anki düzen hiç bir şeyimi kaybetmesem de her istediğimi yapabileceğimi söyleyip duruyor ve istediklerimin hiç birini yapamıyorum. Her şeyimi kaybettikten sonra yapacağımın garantisi var mı? Varsa kaç aylık? Parça garantisi mi yoksa tümüyle mi iade alıyorlar acaba? Kurgu güzeldir tabii ama gerçek de acıdır.

Bir başka kitabında "Ebeveynler toplumun en büyük uyuşturucusudur." ya da böyle bir şey diyor Chuck reis. Okuduğum tüm kitaplarında seveni olmayan insanları anlatıyorsun, aldatılan, kandırılan ya da hikayenin ortasından giriyorsun hiç bir seveni olmayan. Oysa ki öyle olmuyor bizi anne babalarımız sevdi ve sevmekle bize en büyük kötülüğü yaptılar. Senin o güzel film ve kitaplarını okuyabilmek için anne babamın bana verdiği paraya ihtiyacım var çünkü çalışmak çok zor ve üşeniyorum. Yani şu her şeyi yapabilirsin bokunu maalesef yemiyorum. Hayata karşı hiç umudum yok tüm hayatım boyunca mutsuz olacağımı biliyorum senin tabirinle dibe batmış durumdayım ama tüm dünyayı temin edebilirim bu konuda hiç bir şey yapmayacağım.

Sen o kadar yazdın da ne oldu? Belki şöyle dedin bunları yazmak bana iyi para kazandırır. Belki de dedin ki ben bunları yazarsam dünyayı değiştirebilirim yüzlerce Timothy McVeigh yetiştirebilirim ama öyle olsaydı Dövüş Kulübü'nün 10. yılı özel tişörtü yaptırmazdın değil mi? Keşke roman değil de otobiyografi olsaydı tüm o yazdığın gaz kitaplar. Evet Seaatle'a sana bağlanıyoruz Chuck reis; "now You've got the money, you've got the power. And then what?"
Ben Chuck olsam şöyle derdim şimdi otun en kalitelisini tüttürüyor, kadının en güzelini beceriyor, gençlerin arasında ilah gibi karşılanıyorum and then what mı eee öleceğiz and then what'ı mı var.

belki de hayat aşağıdaki gibidir de ben tutturamıyorumdur. kim bilir?

"you know what? I get up every morning...I got signs posted up all over my walls. one says, "today is gonna be the best day of your life. smile." because sometimes you have to help yourself. put up signs that say, "today is gonna be a good day in my life. smile at everybody. I'm gonna have fun. I'm gonna do this better or that better." let me tell you somethin, you're only gonna be here ONE TIME. so get the most out of it."

Güzel bir parçayla bitirelim. Yine post-rock



sözler:
In a house, silent by night, I can still hear you, and your laugh
Thoughts of what I have lost, keeps me awake, quiet, I can still hear you
Fractures - of colors, longing for you
Silent night, holding my breath, I can still hear your voice, though it's fading
Mild winters, and the landscapes we built, in snow
In a house, silent by night, I can still hear you
Longing - for colors - fractures - of you

Yeniden başladım yazmaya



"Existence. Well, what does it matter?
I exist on the best terms I can.
The past is now part of my future,
the present is well out of hand."


Bu güzel filmi bize önerdiği için Ercan arkadaşımıza teşekkür ediyoruz. Filmimizin adı Control ve Joy Division vokali Ian'i anlatıyor. Film hakkında bir şeyler yazacak değilim; ileride başka filmler hakkında yazılar yazabilirim ama şu an çok daha büyük sorunlarımız var. Mesela ne gibi? Üstteki videoda söylediği gibi: "Eksistıns vat das it medır?" Joy division'i biraz sevseydim ki sevmememdeki tek suç joy division'ın kendisidir zira bana kalırsa pek bir kötü müzik yapıyorlar. Her neyse sorun bu değil. Filmde anlatılan Ian Curtis'i ciddi ciddi kendime benzettim. Filmde hayatı birebir anlatılmamış fakat senaryonun çok büyük bir kısmı hayatına sadık kalınarak yazılmış; ufak tefek ayrıntılar hariç.

Her neyse bu yazıya başlangıç şeysimize dönelim. Var olmak, ne önemi var ki? Felsefe okumayı hiç sevmedim ki Sofi'nin Dünyası çok büyük olduğundan dolayı onu bile bitirebilmiş değilim; o kadar uzağım yani felsefe okumaya. Ne düşündüğümü biliyorum; hayata karşı duruşum belli sırf bunun adı ne diye öğrenmek için uğraşmak bana tuhaf geliyor. Felsefe bu değil falan diyecekseniz ehh tabii bu olmayabilir dediğim gibi okumadım etmedim ama bana göre felsefe dediğin budur. ve siz bana her ist'le biten bir kelime kurduğunuzda üşendiğinizi düşünüyorum. hangi istsiniz umrumda değil. karşı tarafı bilgiyle ezme amacınız değilse hangi ist olduğunuzu anlatın uzun uzun. ben şöyle düşünüyorum deyin, bence böyle olmalı deyin; benden beklemeyin sizin o söylediğiniz terimi araştırmamı zira sizin ne olduğunuz umrumda değil. her neyse konudan bayağı bir uzaklaştım ve türkçenin mükemmel ikilemesi demek istediğimi kullanarak devam ediyorum. Demek istediğim; tüm sevdiklerim ve ben bir gün yok olacağım. Eee diyor insan peki ne anlamı var? Hiç bir anlamı yok sadece intihar etmek için özel bir şey yapmıyoruz da bekliyoruz. Şöyle ki dindar kesimin ecel diye bahsettiği duruma ben gecikmeli intihar diyorum. Fountain'deki doktor abimiz gibi Death is a disease and i will find a cure durumu tabii ki söz konusu değil ki söz konusu olsa da bunu okuyan adam ölümün tedavisini falan bulamaz ama bilmiyorum. Yaşıyorsun ölüyorsun çok saçma değil mi? Hani depresiflik, ergenlik duyguları değil bahsettiğim. Yaşlı bir dede girse rüyama yarın mı ölmek istersin yoksa 20 yıl sonra mı diye sorsa yarını seçerdim. Amerikan filmlerinin bize sürekli empoze ettiği "daha yaşanacak çok şey var" durumu maalesef yok. Zira onların size öğrettiği şekilde hissediyorsunuz, onların size öğrettiği şekilde yaşlanıyorsunuz; bunu bilseniz de fark etmiyor. bunları yazabildiğime göre ben biliyorum, görüyorum olanları ama artık öyle bir şartlı refleks oluşmuş ki elimden hiç bir şey gelmiyor. o kırılma noktalarında hep aynı tepkileri veriyor; normalliğin deliliğini yaşıyorum.

what does it matter? Herkesin daha önce defalarca yaşadığı şeyleri; yani milyonlarca kez yaşanmış durumları, milyonlarca kez hissedilmiş duyguları bu 75 yıllık dönemde benim hissetmemin ne önemi var? Sizin hissetmenizin ne önemi var? Kimsenin yapamadığı bir şey yapamayız ama tüm dünyanın yaptığı şeyleri yapmasak en azından. Bahsettiğim marjinal olma tutkusu değil; yaşlandıkça her şeyi yaparım gazı hiç bir bok yapamayacağıma dönüşmeden önce en azından birilerine anlatacak bir şeyleri olsun istiyor insan.

de kullanmayı bilmiyorum; uğraşmayacağım da zira hepsini istemsiz olarak ayrı yazıyorum. dilbilgisi falan umrumda değil herhangi bir edebi kaygım da yok. buraya bunu neden yazdığımı da bilmiyorum. "heyyy beni fark edin ben burdayım" durumunu aşalı bir kaç sene olmuştu ama yeniden geldi galiba ama eskisinden farklı olarak kendimi kabul ettirmek ya da "hey ben burdayım ve süperim" mesajından çok "hey ben burdayım, bunu yazan da benim" diyerek sadece yazmak için yazacağım. ne birilerinin beğenmesi umrumda ne de saygı duyduğum insanların gelip okuması zira yazının ana fikri what does it matter? hem senede on kitap okuyup; dilbilgisi kurallarına uyduğumu zannetmek ve senede üç kitap okuyanlar tarafından beğenilip; güzel yazdığını zannetmek sadece farkında olmamaktır.

güzel bir parçayla veda edelim:



yarın görüşmek üzere.

1 Ocak 2011 Cumartesi

2010'un özeti

İlk bir kaç ayı hariç bok gibiydi.