31 Aralık 2009 Perşembe

Yeni Yılda Ne Yapıyorsun Sorunsalı

1 haftadır etrafımdaki insanların çok büyük bir sorunu var. "Yılbaşında ne yapıyorsun?" Şöyle seçeneklerim vardı:
1)Arkadaşlarla rock bara gitmek
2)Arkadaşlarla halk müziği çalan alkollü bir cafeye gitmek.
3)Arkadaşlarla alkolsüz bir cafeye gidip eğlenmek.
4)Evde oturup tek başıma alkol alıp, hayat çok berbat triplerine girmek.
3) Evde oturup herhangi bir gün gibi davranmak.

Uzun bir süre malum soruya evde oturacağım cevabını veriyor ve "Oğlum, yılbaşında evde oturulur mu?" sitemlerine göğüs geriyordum. Fakat an itibariyle üstümdeki baskıyı kaldıramıyorum. Normal şartlarda 50 kişinin online olduğu msn listemde 8 kişiyiz. Dayanamıyorum ve dışarı çıkmaya karar verdim. Küçük bir ihtimal de olsa belki eğlenirim. Hem beklenti ne kadar az olursa eğlence o kadar çok olur demişler. Demedilerse de ben dedim.

Günün anlam ve önemini anlatan South Park bölümünü sizlerle paylaşıp, elvada diyorum. South Park'ın en sevdiğim bölümlerinden biri.


Mr. Hankey, The Christmas Poo

27 Aralık 2009 Pazar

TheSirensSound

Başlığını verdiğimiz site, müzikte yeni tatlar arayanlar için -özellikle Post rock severler- mükemmel bir site. Hepinize öneriyorum. Buradan Yakın
Ayrıca fark ettiğiniz üzere şablon da değişti.

26 Aralık 2009 Cumartesi

Castel

İlk bitirdiğimiz "Castel Cabernet-Syrah, Kırmızı Yarı Tatlı Şarap" oldu. Yüzde 60 Sauvignon yüzde 40 Syrah üzümlerinin fermantasyonu ve Fransa'da üretilen bir şarap. Nacizane fikirlerimi gelirsek kokusu çok kötü, tadı kötü, içimi zor bir şarap ile karşı karşıya kaldık. Bir kere daha almayacağımı belirtiyor ve üstünü çiziyorum.

Fiyat:21 Lira(Yanlış hatırlamıyorsam)
Üretim: 2005
Alkol Oranı: 12.5
Koku: 2 / 5
Tat: 2 / 5
Fiyat/Performans: 3 /5
Genel: 2 / 5

25 Aralık 2009 Cuma

Kısa Kısa "Gus Van Sant"

Gus Van Sant'ın filmografisini(kısa filmler hariç) izlememin ardından 1-2 ay geçtikten sonra bu yazıyı sizlerle paylaşayım. Bu abimiz bağımsız yönetmen diye geçiyor. Ayrıca müzisyenlik falan da yapmış. Kaç yılında doğmuş, ne iş yapmış, hayatı nedir, hangi ödülleri almış diye merak edenler için link verip (http://en.wikipedia.org/wiki/Gus_Van_Sant) biz öznel düşüncelerimize geri dönelim.

İlk dönem filmleri ve son dönem filmleri arasında oldukça fark var. Abimiz film çektikçe olgunlaşmış, çok daha iyi işlere imza atmış. Özellikle "Ölüm Üçlemesi"'nde kullandığı kamera açıları ve geçişleri mükemmel. Bu 3 filmin her birinde film çekecek olsam ve bütçem kısıtlı olsa bu şekilde çekerdim dedim.
Bana kalırsa yönetmenin en büyük özelliği, konusunu duyduğunuzda "Ee bundan film çıkmaz ki" diyeceğiniz tüm senaryoları muhteşem bir film haline getirebilme yeteneğine sahip. Tabii zaman zaman para kazanma odaklı kitleye hitap eden filmleri olmasına rağmen bu filmleri bile yine de belli bir seviyenin üstünde. Şimdi filmlerini ve düşüncelerimizi sıralayalım.

1-) Mala Noche: Türkçe alt yazısını bulamadığım için izleyemediğim yönetmenin ilk uzun metrajlı filmi.

2-)Drugstore Cowboy: Bir tane adam var arkadaşları falan eczanelere girip uyuşturucu çalıyorlar sonra bıdı bıdı bık bık. Anlatım tarzı güzeldi. İzlerken sıkılmayacağınız, drama olmasına rağmen zaman zaman sizi güldürebilecek bir film. 7 / 10

3-)My Own Private Idaho: Keanu Reeves'in parladığı film olarak söyleyebiliriz. Gay yönetmenimizin izlediğim ilk gay odaklı filmi. Burjuvaziye getirdiği eleştiri güzel olmasına rağmen gaylikle ilgili verdiği mesajı beğenmemiştim. 6 / 10

4-)Even Cowgirls Get the Blues: Üstünde durmaya bile değmez. Bundan önce yaptığı iki film bir seviye üstünde olmasına rağmen nasıl böyle bir film çekti hala anlayabilmiş değilim. Feminizm odaklı saçma sapan bir film. En kötü filmi 2 / 10

5-)To Die For: Bir önceki filminden iyi bir ders almış olsa gerek ki güzel bir suç filmi ortaya çıkarmış. Nicole Kidman en iyi oyunculuklarından birini sergilemiş. 7 / 10

6-)Good Will Hunting: Parası bitmiş olsa gerek ki üç adet kitle filmi(bu ilki) çekecek olan Gus Van Sant'in en ünlü filmi. Ben Affleck'in oynadığı bir filmin olabileceği maksimum güzellikte. Senaryosu çok tırt olmasına rağmen ki buna benzer bir senaryo ile daha karşımıza çıkacak yine de kendini izletiyor ve sevdiriyor. 7 / 10

7-) Psycho: Kötü bir re-make. Neden böyle bir işe girişti, neden yaptı bilmiyorum. Bana hala bu filmi başka biri çekmiş de Gus Van Sant sadece ismini yazdırmış gibi geliyor. 3 / 10

8-)Finding Forrester: Good Will Hunting'e benzeyen senaryosuyla bu dönemdeki kitle filmlerinin sonuncusu. Good Will Hunting'den daha fazla sevmiştim. Beklenmedik bir çok sahne var. Başarı öyküsü olmasına rağmen olabildiğince klişelerden kaçınılmış. Tabii belirttiğim gibi başarı öyküsü olduğundan dolayı bir yere kadar kaçabilmiş. 8 / 10

9-)Gerry: Ölüm üçlemesinin en kötü filmi olmasına rağmen yine de oldukça başarılı. Bir yönetmen ancak bu kadar seyirciyi bir filme çekebilir. 7 / 10

10-)Elephant: Son on yılda çekilmiş en iyi filmlerden biri. Mükemmel. 9 / 10

11-)Last Days: Kurt Cobain'in hayatını film yapmışlar haydi gidip izleyelim diyen gençler sayesinde imdb notu bu kadar düşük olan(5.7) Last Days'i izledikten sonra bir süre insan kendine gelemiyor. 8 / 10

12-)Paris, je t'aime (bölüm "Le Marais"): Gay arkadaşımızın olduğu bölüm. İzleyenler hatırlayacaktır.

13-)Paranoid Park: Muhteşem sekanslarıyla böylesine basit bir hikayeyi sinemaya ustaca yorumlaması sonucunda kendisine hayran olmamak elde değil. Myspace profilleri gezilerek oyuncuların bulunduğunu da ekleyelim. 8 / 10

14-)Milk: En ünlü gay yönetmenlerden biri olunca, gay aktivistin hayatını filme almakta kendisine düşmüş. Kitle filmi olmasına rağmen göze hoş gelen, gayet iyi bir film çekmiş. Tabii Sean Penn'in aşmış oyunculuğunu da ekleyip, izlediğim en iyi biyografi filmlerinden biri olduğunu da söyleyeyim. 7 / 10

Tüm bunlar sonucunda en sevdiğimiz 5 Gus Van Sant filmini sıralayacak olursak;

1-)Elephant
2-)Paranoid Park
3-)Last Days
4-)Finding Forrester
5-)Gerry

Bir de çok fazla sahne geçişi hatası yapan Gus Van Sant'in bu basit hatalardan kurtulmasını diliyoruz. Özellikle ölüm üçlemesinin son iki filminde aynı bölümün iki kez gösterildiği sahnelerde(bunun tabiri vardır da bilmiyorum) çok fazla hata yapmış. Benim gibi basit bir sinema izleyicisi bunları fark edebiliyorsa aklımıza bilerek bu hataları yapmış olabildiği de gelmiyor değil.

Son olarak da Gus Van Sant'in yönetmenliğini yaptığı Red Hot Chili Peppers - "Under The Bridge" ve Hanson - "Weird" parçalarının kliplerini koyalım.



21 Aralık 2009 Pazartesi

Kutudan Çıkan Son Parçanın Bozuk Olması



Ulan küçüklükten beri müzdaribim şu elektronik eşyalardan. Sürekli para biriktirip telefondur, ataridir, ekran kartıdır bir şeyler alırım. Maaşımın da büyük bir çoğunluğu elektronik eşyaya gidecek diye düşünüyorum.

Şimdi şöyle bir sorunum var. Kendimi bildim bileli aldığım elektronik eşyanın son parçası bozuk çıkıyor arkadaşım. Bu ne şanslıktır? 10-15 yaşlarındayım, atarimiz bozulmuş ve yeni atari almışız. Hiç bir sorun yok ama son çıkardığımız ikinci kol bozuk çıkıyor. Biraz büyüyorum. Artık bilgisayarımız falan var. Bu sefer de ekran kartı alıyoruz cd'sini bilgisayarım okumuyor. Yok canıma tak etti. Telefon alırım şarj aleti bozuk çıkar. Cep bilgisayarı alırım data kablosu bozuk çıkar. Hard disk alırım tüm müzik arşivini düzenledikten 3 gün sonra bozulur. Yeter lan bu ne çile?

Şimdi son yaşadığım elektronik eşya faciasına gelelim. Yaz başından beri Altec Lansing Fx4021 hayali kuruyorum. En sonunda gözümü karartıp babanın kredi kartıyla traş makinesi alıyorum bahanesiyle sipariş ettik. İşlerin ters gideceği Cuma günü kargolanma yapılmasıyla kendini belli etti. Her neyse dedik sineye çektik. Pazartesi geldi. İkinci terslik olarak dingil kargocular ev adresi eksik diyerek kargoyu getirmediler. Gittim kargoyu aldım. Hala sakinim, aylardır hayalini kurduk sonuçta. Eve geliyorum, ürünü açıyorum. Sanki hatunum da Nine West'den ayakkabı çanta almışcasına seviniyorum. Okşuyorum, seviyorum subwoofer'i. Amfinin üstüne koyuyorum, her şeyi yerleştiriyorum. Veee

Olaylar gelişiyor. Bir kullanım kılavuzunu okuyalım diyoruz. Subwoofer'i 60 cm elektronik eşyalardan uzak tutacakmışız. Sanki 120 m2 oda var. Odanın her tarafı elektronik eşya. Yatağın üstüne çıkıyorum. Kuş bakışı bakıyorum. Yok bir türlü olmuyor. 60 cm kuralını tutturamıyoruz. 45-60 dakikalık beyin jimnastiğindne sonra nasıl yerleştireceğimi buluyorum. Uydu hoparlörleri duvara çakmak için çiviyi alıyorum. Bu sefer de kafamızla eşkenar üçgen olsun diye elimizde mezure şebeğe dönüyoruz. Her neyse her şeyi yerleştiriyoruz. Oturdum müziği açtım ve ne oldu? Kutudan en son çıkarttığım ürün olan kumanda çalışmıyor. Yapılır mı ulan bu bana? Nedir benim bu kutudan son çıkan ürün şanssızlığım?

Umarım hallederiz. Kumandanın çalışmaması dışında ürünü herkese öneririm. Zaten review sitelerinde ki notları da oldukça yüksek. Şu anlık hastasıyım bir de kumandası çalışırsa tam olacak. Fiyatı da 165 liradan başlıyor. Ben E-Reyon'dan 173 liraya aldım. Siparişten iki gün sonra kargoladılar.

http://techgage.com/article/altec_lansing_fx4021/3
http://www.reviewcentre.com/reviews185604.html
http://forum.pclabs.com.tr/index.php?showtopic=92349

19 Aralık 2009 Cumartesi

Marty Friedman - Scenes

Forum sitelerinde dönen "Bir grup kursanız gitaristi kim olsun isterseniz?" sorusuna oldum olası cevabım Marty Friedman'dır.

Şu an bahstemekte olduğum albüm ise bana kalırsa en farklı işi -son dönem hariç- olmasına rağmen en iyilerinden biri. Megadeth ile thrash metal icra ederken progressive rock desek yalan olmayacak New Age sınırlarında dolaşan bu albümü nasıl yapmış anlayabilmiş değilim. Albümümüz 8 parçadan oluşuyor. Kitaro'nun prodüksiyonun da yer aldığı albüm, ders çalışma ve yolculuk müziklerinin değişilmezi.

Fikir sahibi olmak için albümden bir parçayı aşağıya koydum. İlk dinlediğim zamanlardaki tadı vermemesine rağmen hâla dinlemediyseniz öneriyorum.



.

Spor Çeşitleri

Ben şunu fark ettim. Diyelim ki yenilen taraftasınız ve maç bitti. Girin ekşi sözlüğe iki üç entry okuyun. Ardından hakeme sövün. Kimse fark etmiyor.

Mesela Beşiktaş - Bursaspor maçı oldu. Beşiktaş 2-1 öne geçti. Ben entry dahi okumadan msn'de direkt hakeme sövüyorum. Bir kişi de sormadı. Maçı izliyor musun diye. Türkiye liginde en son izlediğim 90 dakika maç 2 yıl önceydi. Hala pişmanım. Şimdi genel spor yaklaşımımı yazayım.

Futbol - Oyna ve kaliteli maçları izle. Taraftarıyım diye gidip Fener'in maçlarını izleme. Taraftarı olduğunuz takımın sadece maç sonuçlarına ve transferlerine bakın. Yenildiğinde üzülmeyin ama yendiğinde sevinin. Sonra da futbol böyle güzel bir şey. Sırf benle alakasız 11 adam başka bir 11 adamı yendi diye mutlu oluyorum lan deyip geçin. Çok fazla kafaya takmayın.
Basketbol - Oynamasan da olur ama izle. Tabii geçen sene ki Magic - Lakers finalini izleme. Sinirlenirsin gerek yok.
Voleybol - Kesinlikle oynama ve izleme. Hele ki erkekler oynadığında zevk seyri golf ile yarışır. Biri kaldırıyor diğeri hayvan gibi vuruyor. Yine bayanların ki bir nebze daha iyi.
Tenis - Oyna ve izle. Bunu izlemesi çok zevkli. Zaten bizim neslimiz Trt 3'te hentbol, artistik patinaj ve tenis izleyerek büyüdü. Mesela o Federer falan bazen öyle vuruşlar yapıyor ki eğer o küçücük topu seçebilirseniz -seçemezseniz üzülmeyin tekrarını gösteriyorlar- cidden şaşırıp kendiniz vurmuşcasına mutlu oluyorsunuz.
Golf - Oynayamazsın zaten. Bahis oynamadığın sürece izlemenin de bir anlamı yok diye düşünmekteyim.
Hentbol - Oynama fırsatın varsa kaçırma ve izle.
Buz Hokeyi - Oynama ama izle
Atletizm - Bunu izlemesi zevkli olabiliyor. Zira kendimi atari oyununda gibi hissediyorum. Birileri çekiç atıyor, birileri zıplıyor, kimisi koşuyor, kimisi atlıyor. Tabii sadece çekiç atma izlerseniz pek bir anlamı yok. Adam dönüyor dönüyor fırlatıyor. Nerede bunun heyecanı.
Formula 1 İzlemesini oldum olası sevmem. Hadi yarışı izlemek tamam da bazı arkadaşlarımız sıralama turlarını falan da izliyor ya şaşıyorum onlara.
MotoGp Bunun yarışını izlemek çok zevkli. Formula'ya her türlü çakar. Her an biri kaza yapabiliyor ya da son tura kadar 1. ile 2. arasındaki mücadele sürebiliyor.

Peki oynama zevklerine gelelim. Şimdi bazı kendini bilmezler futbol dediğin nedir? Iyy iğrenç bir spor tenis oynasana falan dediklerinden dolayı az çok yapmış olduğum sporların zevk skalasını çıkaracağım.

Futbol - İyi bir takımınız varsa çok zevkli. Bir kere kale büyük, top küçük gol atmak kolay.
Basketbol - Top büyük delik küçük. Zor spor. Çok çalışırsanız kendinizi geliştirebilirsiniz ama hiç bir zaman çok iyi basket oynayayım diye düşünmedim.
Voleybol - Çok kötü, çok gereksiz. Bir kere bildiğin bu spordaki 6 kişiden 2'si beklesör modunda. Kendilerine top gelsin diye bekliyorlar. Hele ki arkadaşlar arasında maç yapıyorsanız ve voleybolu iyi bilmiyorsanız o arkada yer alanlar niye öylece beklerler hiç anlamam.
Tenis - Ders almadan oynayamazsın bunu. Ders alsan da oynayamayabilirsin. Kolun ağrır, bacağın ağrır. Küçücük topu kovalamanın pek bir manası yok.

Sonuç olarak yapması en zevkli spor futbol
izlemesi en zevkli spor tenisdir.

Tabii izleyebileceğimiz tenis maçlarının aşağı yukarı hepsi zevkli oluyor. Futbol bu konuda biraz şanssız. Yoksa geçen sene ki Chelsea Liverpool maçı olsun ya da Liverpool Arsenal maçı olsun bir çok tenis maçına koyar. (Ayrıca şu yaşıma geldim hala Çelsi ile Niçe'yi copy/paste yapıyorum)

Ayrıca ne olacak bu Liverpool'un hali aziz kardeşlerim?

The Fountain


Ah bir Brad Pitt oynayaydı şu filmde diyerek başlıyorum. Requiem For a Dream var ya. Evet evet biliyorsunuz değil mi? Zaten bilmeyen kalmadı. Bu filmin çekildiği yıl 2000. Türkiye'de popülerşemeye başladığı yıl ise aşağı yukarı 2004 falan. Yönetmen film yayınlanmadan önce bana kopyasını yolladı ve düşüncelerimi aldığından değil.(Zaten ben de 2005 yılında izledim.) Aronofsky'nin aşırı popürleşmesine karşı olan ilgimi belirtmek istediğimden yazdım. Popüleşmeye karşı değilim. Güzel olan x'lerin popülerleşmesini her zaman desteklemişimdir.

Şöyle insanları anlamam ki sanatın her dalında vardır. Aronofsky, Pi'yi çeker, Requiem For A Dream'i çeker. Sonuçta bu insanların en sevdiği yönetmenlerden biri olmuştur. Sonra Maskeli Beşler'i seven bir adam "Yaa Requiem For A Dream diye bir film var. Çok güzel" dediği zaman bir anda yönetmenden nefret etmeye başlarlar. Oysa ki yönetmenimiz The Fountain gibi mükemmel bir film daha çekecektir. Anathema Kral Tv'de çıksın yine dinleyeceğimdir.

Neyse ulan yine çok uzatıyorum. The Fountain normalde 70 milyon dolar bütçeyle ve baş rollerinde Brad Pitt ve Cate Blanchett'in oynayacağı bir filmmiş ama olaylar gelişmiş ve 35 milyon dolar bütçe ve Hugh Jackman ile Rachel Weisz ile çekilmiş. Senaryo mükemmel, kurgu mükemmel, müzikler çok mükemmel dolayısıyla film de mükemmel. Son zamanlarda en fazla etkilendiğim filmlerden biri oldu. Darren Aronofsky gibi hakikaten sevip saydığım bir yönetmenin bu filmden sonra "The Wrestler" gibi ortalama bir film çekmesini ise yadırgıyorum.

Yüksek bütçeniz ve imkanlarınız çok fazlaysa film dediğin böyle olmalı. Ayrıca keşke imkanımız olsaydı da sinemada izleyebilseydik.

Son olarak filmin Soundtrack'i kesinlikle kaçırılmamalı. Alta da filmin trailer'i ile soundtrack de yer alan iki güzel parça koydum.




The Fountain ( Death is the Road to Awe ) - For more amazing video clips, click here


Clint Mansell - First Snow - The best bloopers are here

16 Aralık 2009 Çarşamba

Le fate ignoranti

Ferzan Özpetek'in 3. filmi. Şimdi bizim internet yoluyla entelektüelleşmiş gencimizin büyük çoğunluğu Avrupa sinemasında adını duyurmuş her yönetmenimizi sever, sayar hatta hiç bir filmini izlemeden öpüp başının üstüne koyar. Ferzan Özpetek de bu yönetmenlerden birisi.

3. filmi "Le Fate ignoranti"'nin ilgi çekici konusu dışında hiç bir özelliği yok. Son zamanlarda izlediğim en kötü kamera geçişlerine sahip olmasının yanı sıra senaryoya alışmamızla beraber sıkıcı bir film haline dönüşüyor. Kamera geçişlerinden öte kamera kullanımları da çok kötü. Bu işin teoriğine dair hiç bir şey görmedim ama her kamera geçişinde "Hacı naptın? dedim. Hele ki filmin sonunda verdiği o duygusal olmaya çalışan iğrenç mesaj var ya kesinlikle olmamış.

Filmin ortalarında bir şey anlatıp da sonunda o sahneyi refere eden ve bak aslında böyle gözüküyor ama ileride onlar mutlu olacak diyen filmleri oldum olası sevmemişimdir, yine sevmedim. Şimdiye kadar hiçbirinin de doğru düzgün olduğunu görmedim tıpkı Le fate ignoranti gibi.

Koray Candemir de yakışıklı genç rolünde oynuyor ki bu adam piyasaya çıktığından beri insanlar kendisinin neresini yakışıklı buluyor anlayabilmiş değilim.

13 Aralık 2009 Pazar

Sevgilinin Arkasından Bakmak

Nazar değmesin; çok mükemmel bir sevgilim var. Uzak olmamız en büyük problemimiz. Geyik bir ilişki olsa koymaz ama böyle bir durumda insan sürekli görmek istiyor. Long-distance relationship olayı hakikaten boktan bir durum ama halimden memnunum. Aşık olduğun kişinin seni sevdiğini bilmek güzel duygu.

Şimdi bu yazı duygusal olacaktı sözde ama geyiğe bağladık devam edelim. Sevgili kişisi arada bana sürpriz yaparak buralara geliyor. Onun burada olduğunu bilmek kadar güzel bir duygu yok. Senin için geldiğini biliyorsun egon şişiyor da şişiyor. Burada olduğunu anladığında nasıl diyeyim öyle bir heyecan sarıyor ki bünyeyi; anlatamıyorum Kamil demeyeceğim ama hakikaten "sonu iyi olacağını bildiğin bir heyecan" gibi abuk bir açıklamadan ötesini yapamıyorum.

Tabii bir de gidişler var ki acayip koyuyor insana. Buluşuyorsunuz, karşınızda oturuyor. Tam kafasının üstündeyse ilerleyen bir saat. Gözlerine bakarken bir anda kayıyor gözleriniz vakit git gide yaklaşıyor. Ulan diyorum her seferinde yok mu zamanı durdurabilecek bir şey. Sonra o kendi saatine bakıyor. Gitmesi gerek biliyorsunuz ve yapabileceğiniz tek şey sövmek. Sövüyorsunuz ulan gitmesin bir şey olsun diyeceksiniz ama "Breaking The Waves" izlemişsiniz öyle de diyemiyorsunuz. Sürekli sarılıyorsunuz. Bırakmak istemiyorsunuz ama gidiyor sonuçta.

Arkasından baka kalıyorsunuz. Koşmak istiyorsunuz arkasından ama öylece saplanıp kalıyorsunuz. Gözleriniz doluyor ama akmıyor. İşte o zaman anlıyorsunuz ki gittiği anda zaman duruyor.

Die Fälscher


2. Dünya Savaşı'yla ilgili her filme ön yargıyla yaklaşıyorum. Kalpazanlar'a da öyle yaklaştım. Gerçek olaylardan uyarlandığından ötürü genel kültür seviyenizi yükseltip 2. Dünya Savaşı'yla ilgili hanenize yeni bilgi eklemesinin dışında pek bir özelliği yok diyebilirim.

Tabii çok beğenen çok kişi var. Zaten biraz ajitasyonla tüm Dünya'yı fethedebiliyorsunuz. Mesela şöyle bir film yapsınlar bir SS subayı yahudi bir kıza aşık olsun. Sonra emir alıp onu ve ailesini öldürmek zorunda kalsın. Hop tüm Dünya tav olsun. Sonuna da siyah ekranın üstüne beyaz yazıyla yıl 1952 acılı Werther intihar etti yazın. Gerçek midir değil midir kimse sorgulamayacaktır.

İzlemenizi önerebileceğim ama 10 üzerinden en fazla 6 verebileceğim bir film. En iyi yabancı film Oscar'ı aldığını da ekleyelim.

Karl Markovics ise cidden iyi bir oyunculuk sergilemiş diyeceğim fakat oynadığı zaten başrol olduğundan, hafif tipsizlikle kim oynasa beğenirdim gibi geliyor.(Senaryo iyi demeye çalıştım. Neden bu kadar uzattım bilmiyorum.) Mesela Al Pacino yakışıklı olsaydı kesinlikle bu kadar ünlü olmazdı eminim. Yine de yiğidi öldürüyor Karl abimize hakkını veriyoruz.

Next


İzleyiciyle dalga geçen sonuyla kötü bir film. Zaten Nicholas Cage'in son zamanlarda oynadığı iyi film hatırlamıyorum. Son 2 yıldır çektiği iyi film yok diyecektim ama kontrol ettim son 100 yıldır çektiği iyi film yok diyebilirim gönül rahatlığıyla. Nedense bu adam Türkiye'de gençler tarafından çok sevilir. Oysa ki kendisinin oynadığı iyi film sayısı bana kalırsa 3-5 tane.

Bir de ben bu filmi 2 kere izledim. Neden? Ev ahalisi şöyle bir film olsun vurdulu kırdılı dediler. Tabii ev halkı izleyince sevişme sahnesini de azaltmak gerekiyor. Aklıma bir tek bu geldi. Bir kere daha izledim bir kere daha sövdüm. Ev halkı şöyle dedi: "Sonu olmamış". Ben ne diyorum "Baştan sona olmamış". Her yazı da olduğu gibi yine zarfımı getireyim ve "Yine de action severler izleyebilir" diyecektim ama diyemedim, yapamadım. İzlemeyin gerek yok diyor ve geçiştiriyorum.

Sinema dergilerindeki taktiği uygulayarak türün meraklılarına diyerek bitirdim. Zaten bir film türün meraklılarına ise kötüdür.

Identity


Afişi film hakkında en fazla bilgi veren film diyebiliriz. Klasik Hollywood kamera teknikleri kullanılmasa daha güzel olabilirmiş. Fakat her şeye rağmen izlenesi bir "thriller".

Filmin konusunu arayan herkes bulabilir ama bana kalırsa hiç okumadan izleyin. Zira filmin konusunu öğrendiğinizde sonunu ve olanları film başladığında anlayacaksınız. Bu da filmin seyir zevkini azaltıyor. Hatta bana kalırsa afişe bile bakmayın. Direkt filmi izleyin. (Bakmış oldunuz artık ama sağlık olsun)

8 Aralık 2009 Salı

Gülün Adı

Aslında başlık, "Il nome della rosa ve Der Name der Rose" olmalıydı zira sanat eserlerinin orjinal isimleriyle anılmasından yanayım. (Ufak bir takıntı)



İlk olarak kitap hakkında bir iki cümle söyleyelim. Hayatım boyunca bitirmekte en çok zorluk çektiğim kitap olarak liste başında. Kitabı okuduğum sırada yanlış hatırlamıyorsam 4 tane daha kitap bitirdim.

Peki bu kitabı okumaya çalışmamın hikayesi nedir? Yıllardan 2004 bir Edebiyat hocamız var. Kendisine sınıftaki kızların hepsi aşık erkekler de ibne mi olsam diye düşünüyor. Bir cümle kuruyor, biz yeni yetme ergenler direkt olarak vay be oluyoruz. Her neyse bu hoca sürekli gelip gelip "Gülün Adı" okuyun. "Gülün Adı"'nı okumazsanız adam değilsiniz gibisinden cümleler kuruyor. Ben de en sonunda okumaya karar verdim.(sene 2009)

Kitap sıkıcı. Okuyup da bitirebildiğim en sıkıcı kitap. Ama tüm bu bilgiler doğrultusunda kitaba kötü diyemiyorum. Gerçekten tarihsel roman olarak Umberto abimiz yıllarca uğraşmış; ben bile -kitabı çok uzun sürede bitirdim ve çok da hoşlanmadım diyebilirim- Orta Çağ Hristiyan dünyası hakkında az çok bilgi edinebildim. Kitabı gerçekten sevmek ve sindirebilmek içinse bana göre Orta Çağa ilgi duymak, Latince ya da en azından İtalyanca'dan hoşlanmak gerekiyor. Gülün Adı, yanınızda not defteriyle okuduğunuzda size çok daha yararlı olacak bir kitap. Tabii bunun için araştırma isteği ve döneme ilgi duymak gerekiyor.

Kitap bizim gibi basit okuyucuları tutabilmek için polisiye olayına atılmış. Her ne kadar Umberto Eco "kitabın ilk yüz sayfası kefaret" falan dese de bana kalırsa kitabın tamamı kefaret. Ortalara doğru hakikaten sararmış gibi oluyor ama onun da etkisi çok kısa sürüyor. Zira 7. güne(kitabın son bölümü) geldiğimde başka bir kitaba başladım. Polisiye olarak öyle abartılacak bir kitap değil zaten polisiye okuyacağım diye Gülün Adı'nı elinize alıyorsanız hemen bırakın derim.

Yine de kitaplardan anlamadığımı ve iyi bir okuyucu olmadığımı ekleyeyim.



Şimdi filme geçelim. Geçmesek olur mu? Bence olur ya hadi neyse... 86'da yapmışlar filmi yani kitabın yazılışından 6 sene sonra, kitabın Türkçe'ye çevrilmesiyle aynı yılda. Bu gereksiz sayıları niye verdiğimi ben de hiç bilmiyorum. Olur da Dünya'nın en güzel kızı Gülün Adı kaç yılında Türkçe'ye çevrildi diye sorarsa "Filmin çekildiği yıl. Yani 86" diye cevaplayıp kızı etkileyin diye yapmış olabilirim.(Melek gibi adamım)

Vidar 2: Film kitaptan kötü mü Vidar 1 bey?
Vidar 1: Kesinlikle hayır
Vidar 2: Peki film iyi mi Vidar 1 bey
Vidar 1: Kesinlikle hayır

Vay be! Anlatmak istediklerimi nasıl da yaratıcı bir şekilde yazıya döküyorum görüyor musunuz? Böyle Vidar 1 beyler falan. Geyik bir yana kitabın güzel bir özeti olmuş film. Başarısız bir kitap uyarlaması kesinlikle diyemem ama şimdi 4500 sayfa kitabı okuduktan sonra kitabı okumanıza gerek yok filmi izleyin yeter de diyemeyeceğim. Zira kitabın size kattıkları ve araştırmaya yönelttiği her bilgi filmde maalesef yok diyeceğim ama "maalesef" demiyorum. Zira vardı da noldu, ben hiç sallamadım.

Son olarak da Christian Slater adlı abimizin berbat ötesi oyunculuğuna rağmen bu filmden sonra bir çok dizi ve filmde daha oynamasını, üzüntüyle karşıladığımı belirteyim.



Şu üstteki fragmanı bulana kadar da canım çıktı. Ayrıca kontrol etmediğimden ötürü zaten her yazıda yüzlerce olan imla hatalarım bu yazıda milyonlarca olabilir. Anlamadığınız yer varsa parmak kaldırıp sorun. Teknoloji gelişti ya nerde o eski parmaklar azizim deyip bitiriyorum. Çok uzadı zaten yazı.

1 Aralık 2009 Salı

Gemlik, Internetsizlik, Tatil

Internetsiz kalmak, pek bir kotu bir durum. Telefondan internete girip suraya iki sstir girmeye calismak daha da kotu.. Cunku o kadar sikildim ki goz kalemini andiran bir cisimle harflere tiklayip yazi yazmaya cabaliyorum. Dusunun siz halimi..

Guzel bir iki filmin disinda, kitap, dergi ve Psp ile vakit gecirdim. Internetimiz olunca hepsi hakkinda iki uc satir bir seyler yazarim.

Son olarak eger okumadiysaniz; Psikeart dergisini hepinize oneriyorum ki her sayfasi her satiri okunabilen tavsiye edilebilecek bir dergi.. Gordugunuz uzere ben de tavsiye ettim. Populer Psikiyatri adli kalitesiz dergiden de kurtulmus olduk.